Bu başlıklı bir yazı önceki blogumda da vardı. Ve en sevdiğim yazılardan biriydi. Şundan bahsetmiştim: On beş yıl önce çalıştığım yerlerden birinin patronu elli yaşlarında bir kadındı. Türkiye’nin en iyi okullarından mezun, iki dili birden şakır şakır konuşan, kendi şirketi olan ve kendi parasını kazanan… Eşinden de aldatma sebebiyle boşanmış. Bir gün bana boşandığından beri karpuz yiyemediğini çünkü karpuz kesemediğini söylemişti. O zamanlarki duygusal olgunluk düzeyim daha çocukluk çağında olduğu için o anda ona olan bütün saygımı yitirmiştim. Dünya benim için daha siyah beyaz, insanlarsa yargılanıp ceza kesilebilecek varlıklardı. Şimdiki olgunluğumla bunu beceriksizlik, aptallık, zayıflık ya da muhtaçlık olarak yorumlamam.
Şu anda, biraz da aldığım eğitimin etkisiyle, ama daha çok geçtiğim terapi süreci sayesinde (yıllar sayesinde demiyorum, altını çizmek isterim) önce kendimi yargılamayı bıraktım. Zaten bunu yapamasaydım danışanlarıma da bir faydam olamazdı. Sonra da hem kendimin hem de çevremin ağzından çıkanları “ihtiyaç diline” çevirerek dinlemeyi öğrendim.
Şimdi geçmişe dönüp çevresinde onlarca çalışanı ve evinde de bir yardımcısı olmasına rağmen karpuz yiyemeyen bu kadını bu dil ile dinleyebiliyorum. Ve dinlediğimde şunu duyuyorum; yalnızım. Aslında derdi karpuz değil, derdi onunla hayatı paylaşabilecek, onu anlayabilecek biri. Her cuma bir bahaneyle beni gece yarısına kadar yanında tutmasının sebebi de buydu. Evdeki o yalnızlığa gitmek istemiyordu.
Peki, bu kadın ihtiyaçlarıyla bağlantı kuran, özsaygı üzerine çalışmış biri olsaydı neyi farklı yapardı? İşe kendine iyi bakarak başlardı. Kendisini iş başarısı ve yemek ile tatmin ediyordu. Sağlığı bozuktu ve kilo problemi vardı. Önce bedenine iyi davranmaya başlardı. Çünkü beden ve zihin zaten bir bütün. Sonra iş mesaisini olması gerektiğinden daha fazla saatlere yaymak yerine o süreyi sosyal bir çevre edinerek, arkadaşlarıyla görüşerek geçirirdi. Haftasonları tek başına yazlığa gitmek yerine yeni insanlarla tanışabileceği etkinliklere katılır, çok çalışarak kazandığı parasını yeni deneyimlere harcardı. Zamanını eski kocası ile ilgili konuşarak geçirmezdi, çalışanlarına sürekli eski kocasından bahsederek profesyonel ortamı zedelemezdi.
Yani kısacası hayatını yaşardı. Çok değerli zamanını bir başkası ya da başkaları ile ilgili kafasında kurarak geçirmek yerine kendine yatırım yapardı. Yani özetle kurban modundan çıkardı. Eski kocasının ona ettikleri yüzünden bugününün kalitesini düşürmeyi reddederdi. Bu tabii ki konfor alanını bozmak ve kendi sorumluluğunu üstüne almak demek. Altını çizmek isterim; sorumluluk almak kabahati üstlenmek demek değildir. Kimin kabahatli olduğu ile ilgilenmeyi bırakıp çözüme yönelmektir.
Çözüm odaklı yaklaşım; hem bireysel hem de çift terapisinde de en çok faydalandığım araçlardan biridir. Bu demek değildir ki yaşanılanlar önemsiz. Birilerinin “evet, bu yaşadıkların için çok üzüldüm ve haklısın” demesi iyileşmeye başlamak için ilk adım elbette. Mesela, en sevdiğim terapi yönelimlerinden DBT’nin kurucusu (dialectical behavior therapy) Marsha Linehan “duyguyu geçerli kılma” (validation) üzerinde durur. Bu sayede terapisi en zor olan hasta grubu diye kabul edilen borderline örüntüdeki kişilerin yaşam kalitelerinin artmasında en önemli adımı atmıştır. Benim bundan çıkarttığım sonuç, özsaygı ve yaşam kalitesi, duygularının farkında olup bu duyguları geçerli kıldığın zaman gelişmeye başlıyor. Başlangıç bu şekilde yapıldıktan sonra da iş sorumluluk almaya geliyor.
Çiftlerde de gözlemim aynı şey; birbirinin duygularını yok saydığın anda işler karışmaya başlıyor. Karşındakinin ne hissettiğini duymamaya başladığın her ilişki er ya da geç arapsaçına dönüyor.
Yukarıda bahsettiğim “ihtiyaç dilini” öğrenmenin ilk adımı da bu zaten. Yani önce kendi duygularının farkında olacaksın, bu duyguların sana iletmek istediği mesajı iyi okuyacaksın ki o andaki duruma uygun bir tepki verip vermediğini fark et.
Bu “uygun tepki” konusunun altını çizmek isterim. İnsan her şeyi hissedebilir, ve hissettikleri gerçektir. Ama bu demek değildir ki her zaman haklı ya da bu şekilde tepki veriyor olmasını değiştirmesine gerek yok… Demek istediğim bazen olup bitenle ilgisi olmayan, orantısız ya da aşırı yoğun duygular hissediyor olabilir insan. Bu hissettiklerine “abartıyorsun” demek doğru değil. Abartmıyordur, gerçekten öyle hissediyordur. Ama “abartıyorsun” diyen kişi de şunu emek istiyordur belki: şu anda olup bitenle orantılı olmadığını düşündüğüm bu tepkini kaldırıp yönetebilecek durumda değilim, benim de şu anda dinlenmeye,anlaşılmaya,iyi vakit geçirmeye ihtiyacım var.”
Yani bir duygunun gerçek olması sağlıklı bir tepki olduğu ya da haklı olunduğu anlamına gelmez. Her hissedilen gerçektir, ama sadece bazıları olup bitenle uyumlu ve orantılıdır. Bu orantısızlık nereden kaynaklıdır? Çocuklukta oluşmuş olan kök inançlardan. Buna kimi bilinç dışı der, kimi otomatik düşünce, kimi şema, ama her yönelimde yeri mutlaka vardır.
Eski Deniz olsa tüm kadınları kendi karpuzlarını kendileri kesmeye davet ederdi :))
Ama şimdi anlıyorum ki olay bu kadar basit değil. Çok daha karmaşık bir çözümleme yapmaya davet ediyorum tüm kadınları, ve aslında erkekleri de. İhtiyaçlarının ne olduğunun canlı canlı, o anda farkında olmak, bunu ifade etmek, ve uygun bir şekilde, karşı tarafın da ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak gidermek. Özetle, özbakımın öncelikli hale gelmesine davet ediyorum herkesi.
Özbakım=özsaygı=özgüven=özbakım=özsaygı=özgüven gibi bir döngü olduğunu düşünüyorum. Ben bu döngüye kendimi sokmayı başardım. Ama daha gidecek çok yolum var. Bana katılan herkese çok teşekkür ederim; hadi birlikte yürüyelim.