Bir Bütün Balık

İzmirliler Çipura’yı çok sever. Bizim ailenin de favori balığıydı. İstanbul’a ilk geldiğimde en şaşırdığım şeylerden biriydi Çipura’nın o derece makbul olmayışı. Bizim eve de arada alınırdı. Ama annem her seferinde dört kişilik ailemize üç adet balık alırdı. Kendisi dışındaki herkese birer tane. Muhteşem bir sofra kurar, çok lezzetli Girit otları salataları hazırlar ve her birimizin balığını pişirir ve bizi sofraya çağırırdı. Biz de sofraya oturur ve balıklarımıza tam dalacakken annemin tabağının boş olduğunu görür ve sorardık “senin balığın nerede?”

“Nasıl olsa sizin yediklerinizden bir sürü artacak siz tam sıyırmayacaksınız, bana o artanlardan bir sürü balık çıkacak, hem ben öyle daha çok seviyorum, en güzel yeri balığın oralar, kemiğe yakın kısımları” derdi.

Oysa biz bilirdik. Kendine bir bütün balığı hak görmediği için almazdı. Paramız olmadığından değil. Orta halli bir aileydik ama  bir tane daha balık alabilecek durumumuz vardı. Zavallı annem, kendince ev ekonomisi ya da fedakarlık yaptığını düşünüp kendisini o şekilde iyi hissederken aslında bizim yediklerimizin boğazımızdan geçmediğini, o özenle hazırlanmış sofralara hep bir buruklukla oturduğumuzu hiç anlayamadı.

Oysa ben tercih ederdim ki üç değil iki balık alınsın, her birimiz yarım balık yiyelim ama kimse artıklarla beslenmesin, kimse hizmet eden, kendini feda eden taraf olmasın, sofralarda hep birlikte eğlenelim, varsın bir kaç meze eksik olsun, bulaşıklar sabah kalksın…

Ama o terk edilme şeması yok mu işte o lanet olası terk edilme şeması. İnsana bunları yaptırıyor işte. Bir buçuk yaşındayken annesi terk etmiş bir insan herhalde çevresindekiler ona ne kadar sevgi garantisi verirse versin bir türlü ikna olamıyor. Yaptığı fedakarlıklarla aklınca terk edilmemeyi garantiliyor.

Bundan çıkardığım dersi burada paylaşmak istiyorum. Belki şimdi kendisi de bu hata içinde olup da farkında olmayan annelere bir kapı açar ümidi ile. Ve bunu bir klinik psikolog olarak değil, bir evlat olarak yapıyorum. Bir çocuğun en büyük ihtiyacı kendisini değerli bulan ve seven bir anne. “Kendisini” derken hem çocuğu hem de annenin kendisini kast ediyorum.

Ve buradan oldukça iddialı bir şey söylüyorum; kendisini sevmeyen bir anne çocuğunu da sevemez. Ona çok iyi hizmet edebilir, koruyup kollayabilir, görevlerini tamamıyla yerine getirebilir belki… ama hakkıyla sevemez.

ÇÜNKÜ KENDİ KENDİNİZE NE VEREBİLİYORSANIZ ÇOCUĞUNUZA DA ANCAK ONU VEREBİLİRSİNİZ…

KENDİNİZE VEREMEDİĞİNİZ, YANİ KENDİNİZDE OLMAYAN BİR ŞEYİ ÇOCUĞUNUZA DA VEREMEZSİNİZ…

Bu hem iyi hem de kötü haber. Kötü haber, çünkü farkındalığı olmayan biri için iş çok zor. İyi haber, çünkü kendini sevmek öğrenilen bir şey.

Nasıl mı? Kendine bir bütün balığı layık görerek mesela… Kendi kendine zarar verici davranışların varsa, özbakımını ihmal ediyorsan işe buradan başlayarak… Başkasının onayını almak,havalı olmak,statü sahibi olmak,gösteriş,iş yeri gerektirdiği için,eşin istediği için ya da öyle olması gerektiği için falan değil!!!

KENDİNİ GERÇEKTEN BU GÜZELLİKLERE LAYIK GÖRDÜĞÜN İÇİN!

Gerçekten kendini layık görmeden yapılan özbakım er ya da geç bir şekilde sona erer zaten.

Özbakım ne çok şeyin göstergesi… Sürekli ayna karşısında olmak ve kaygı ile spor salonundan çıkmamak kadar kendini salmış olmak, yorgunluğunun acısını zararlı yemeklerden,sigaradan ya da başka zararlı maddelerden çıkarıyor olmak da bir çok şeyin göstergesi… Kimse mükemmel değil. Benim de öğle yemeği yerine lokum yediğim zamanlar oldu…  Ama mücadelemi bırakmadım, “ben böyle bir insanım” deyip geçmedim, bir gün geldi ve o duyguyu hissettim;

ÖZSEVGİ….

Kendini içgüdüsel olarak toksik olan her şeyden koruma içgüdüsü… Toksik duygulardan, toksik gıdalardan ve toksik insanlardan… Kumandada özsaygı ve özsevginin olduğu, artık yalnız olmadığını, üzgün,yorgun,öfkeli hissedebildiğin kadar her şeyin bir şekilde yoluna gireceğini de hissedebildiğin o güzel “bütün hissetme” duygusu… Bütün hissetme…

Hadi şimdi gidin kendinize kocaman bir balık alın 🙂

Sevgiler…