En sevdiğim kişilik kuramcısı Alfred Adler’den alıntılarla başlayalım;
“Normal olan yegane kişiler çok iyi tanımadıklarınızdır” (“The only normal people are the ones you don’t know very well.” )
Kimsenin çocukluğu mükemmel olmadığı için herkesin şemaları vardır diye de yorumlayabiliriz bunu. İnsanları normal-anormal,hasta-sağlıklı,kendi baş edebilen-edemeyen olarak ikili kategorilerle etiketlemenin yıkıcılığını ilk vurgulayan kuramcılardandır.
Hepimiz insanız ve insan olmanın doğasında yetersiz hissetmek var demiştir Adler. Kompleksli olmak sorun değil, sorun bu kompleksler ile baş etmekte kullandığın yöntemler. Kendi kompleksleirni örtmek için birilerini eziyor da olabilirsin, birilerine faydalı olmaya çalışıyor da olabilirsin, kimseyi umursamadan sadece başarı ile tatmin oluyor, ya da kendini hiçe sayıp başkalarının ihtiyaçları için yaşıyor da olabilirsin…
Tüm bunların karışımı da olabilir. “Sorun” dediğimiz şey nerede başlıyor o zaman? İlişkilerde, üretkenlikte,özbakımda kişinin kendisine ya da çevresine yıkıcı zararlar veriyor olduğu noktada ortaya çıkıyor. İlişkiler kaotik olabiliyor mesela. “Her evde olabilen” kavgalardan,tatsızlıklardan bahsetmiyorum. Sinir krizlerinden,şiddetten,kırılan sehpalardan,moraran bedenlerden, komşu şikayetleri yüzünden eve gelen polislerden ama en önemlisi ve en yıkıcısı olarak bunları “olur her ailede böyle şeyler” olarak görmekten bahsediyorum.
Eğer şemalarla kaçınarak baş edilmesi söz konusu ise tüm bunlar olmaz. Soğuk bir ev ortamı vardır.
İNSANLAR BÖYLE EVLERDE BİRBİRİYLE “GEÇİNMEZ,SEVMEZ” BİRBİRİNİ “İDARE EDER,TAHAMMÜL EDER”….
Ve böyle evlerde büyüyen çocuklara yetişkinliklerinde çocukluklarını sorduğunuzda “iyi bir çocukluk geçirdim” derler. Ama içlerinde anlamlandıramadıkları bir boşluk olur. İnsanlarla yakınlaşmak, ilişkilere emek vermek ya yük gibi gelir ya da sürekli alttan alan,veren taraf olurlar. Ya da ilgiyi hep karşı taraftan beklerler ve birileri başlatıp ısrar etmediği sürece de incinmemek adına, tedbir olsun diye ilişkiye giremezler.
Oysa Adler’in dediği gibi;
“Hayattaki en büyük tehlike çok fazla tedbir alarak yaşamaktır” (The chief danger in life is that you may take too many precautions.)
O kadar seviyorum ki bu sözü. “Hayat, sen tedbirler alırken kaçan fırsatlardır” diye düşünürüm hep. Tedbirli olduğum için kaçırdığım fırsatları düşünüp dövünürüm bazen. Çevremdeki dostlarımın tedbirleri yüzünden kaçırdıkları fırsatları, harcadıkları yetenekleri de düşünüp üzülürüm. Oysa çoğu zaman kaybedilecek şey rahatının bozulmasıdır.
Rahatını koruyabilmek için yaşayabilirsin, ya da kendin olarak yaşabilirsin. Bir tekneye atlayıp karı koca beş yıl dünyayı gezenler var, ufak birikimleriyle. Bana gelen danışanlardan genç yaşlarında istifa edip az birikimleriyle iki yıl gezen sonra dönüp tekrar çalışmaya başlayanlar var… Yurt dışında takip ettiğim bloggerlar var, her şeylerini satıp bir yere yerleşen. Ve kendi arkadaşlarım var Bodrum’da mesela. Çok küçük paralarla yaşayarak. Ama öyle “çılgın” hayat falan değil. Dibine kadar yaşayarak, altıda kalkıp günün tadını gerçekten çıkararak.
Karar alırken kumanda merkezinde korku varsa kırk yaşına geldiğinde elinde avucunda olan şey o korkuyu zaptetmek için yaptığın hapishaneden ibaret oluyor.
Kumanda merkezinde olması gereken “sağduyu”… Evet, cesaret değil, sağ duyu. Bu yüzden bu işin formülü yok. Konfor alanından çıkmaya hazır olmadığın bir duygu durumunda olabilirsin mesela. Ya da doğal yetenek ve eğilimlerin dolayısıyla beş yıl ara vermek sana uygun olmayabilir. Bir başkası için mucizeler yaratan bir tarz senin felaketin olabilir. Bu yüzden zor bu işler. Çünkü her zaman dediğim gibi, insan zihni evren gibi bir şey, kimse daha çözmüş ya da formüle oturtmuş değil. Herkesin kendi özel yolculuğu söz konusu, doğru yanlış çoğu zaman kişiden kişiye değişiyor. Bir danışan için doğru olan bir öneri başka biri için yıkıcı olabiliyor. Bu yüzden “şunu yapın bunu yapın” gibi kesin yargılar içeren her derde deva “tavsiyeler” bir işe yaramıyor.
Adler’in en sevdiğim sözü ile yazımı bitirmek istiyorum. Umarım faydalı olmuştur;
“YÜREĞİNİZİN GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİDİN AMA GİDERKEN YANINIZA BEYNİNİZİ DE ALIN.” (“Follow your heart but take your brain with you.”)
Sevgiler…