“Neşeli Günler”
Bu filmi bilmeyen yoktur herhalde. Adile Naşit ve Munir Özkul birlikte turşuculuk yapan bir çifttir. Sürekli tartışmaktadırlar zaten ama bir gün turşunun limonla mı sirkeyle mi daha güzel olduğu kavgası yüzünden ayrılmaya karar verirler, çocukları da paylaşırlar.
İzlemediyseniz lütfen izleyin. Aslında bir Türkiye gerçeğini anlatıyor.
Şahit olduğum bir tartışmadan bahsedeyim;
Zeytincilikle uğraşan bir çift. Ellerinde 20 kg’lık bidonlarla dolu zeytinyağı var. Kullanmak için küçük şişelere boşaltmak gerekiyor. Küçük şişelerden ise yalnızca bir tane kalmış. Kavga konusu şu; o şişe kimin hakkı? (yaz boyunca ayrı evlerde kalacaklar çünkü). O şişeyi ilk kim doldurdu ve bu sebeple almak kimin daha çok hakkı?
Böyle bir tartışma olgunluk olarak beş yaş seviyesi. Kızımın sınıfından biliyorum. Öğretmenleri anlatmıştı, dört kız üç tenefüs boyunca bir parça hamuru ‘kim daha az aldı, kim daha çok aldı, kime nasıl haksızlık edildiyi’ tartışmışlar. Öğretmen özellikle hiç müdahele etmemiş. Dördüncü tenefüste fark etmişler ki tartışma yüzünden bahçe zamanını kaçırıyorlar, birlikte hamur meselesini kapatıp boşverme kararı almışlar.
Bu eğitimi hiç alamadığınızı düşünün. Ne ailede ne okulda. Bir yetişkin geliyor, olaya müdahele ediyor, “siz arkadaşsınız bu kadar küçük bir şey için kavga edilir mi, hadi bakayım” diyor. Öyle bir durumda ne olur? Haksızlığa uğramışlık duygusu çocukların içinde ukde olarak kalır. Kendilerini ezilmiş hissederler. Evde de ortamın bu şekilde ‘iktidar mücadelesi’ içinde olduğunu düşünün.
Ne olur? Çözüm odaklı düşünmeyi ve tartışarak uzlaşmayı öğreneceklerine, ilişkilerini güçlendirecek ve herkes için en iyi olabilecek sonuca ulaşmak yerine, kendilerini ezdirmemek için üzüm yemek yerine bağcıyı dövmeyi öğrenirler.
Bu ezilmişlik duygusu yıllar içinde birikir ve yetişkin olduklarında işler ne zaman kendi istedikleri gibi gitmese “beni ezmeye çalışıyorlar” kök inancı tetiklenir, çatışma demek “ezilme tehlikesi” anlamına gelir, ya kazanacaklar ya kaybedeceklerdir. Küçük büyük her türlü uzlaşmazlık bir haklılık ve iktidar savaşına dönüşür. Çünkü gri bölgeler yoktur. Kazanan ve kaybeden vardır.
İnsan ilişkilerindeki hakim duyguları uzlaşma,eğlenme,barış ve huzurdan çok “eziliyor olmak ya da eziyor olmaktır”. Bu sebeple çoğu zaman ya öfke ya suçluluk içinde kendilerini hırpalarlar.
Sonra da çok enteresan davranışlar gözlersiniz. Mesela sinemada ara olduğunda tuvalete doğru yürürken bir bakarsınız ki arkadan bir kadın hızlı adımlarla yürüyüp önünüzden tuvalete gitmeye çalışıyor. Çünkü görüyor ki siz de aynı istikamette ilerliyorsunuz, sırada arkada kalmak istemiyor. Bu yaptığının “ayıp” olduğunu da düşünmüyor. Çünkü kendi düşüncesine göre aslında yapmaması gereken bir şey yapmadı. Uyarsanız sonuna kadar savunur da… Ya da trafikte dörtlüleri açıp istediği yerde bekleme yapabileceğini düşünür. Kendisine korna çalınmadığı sürece, arkada sıkıştırdığı trafiği görmesine rağmen, dışarıdan bir tepki almadığı için sorun olmadığını düşünür.
Bu şekilde yetişmiş bir kuşak düşünün. Ailede de okulda da bu rehberliği alamamış. Çocuk kalmış. İşte bu yetişkinler büyüyüp birbirleriyle evlendiklerinde zeytinyağı yüzünden, limon sirke yüzünden birbirine giriyor. Çünkü esas mesele “kim haklı”!!! Oysa yetişkinlerin dünyasında öğrenilmiş olması ilişkiyi besleyecek olan beceri “birlikte nasıl daha iyi yaşayabiliriz?”. Ne yaparsak birlikte kurduğumuz bu hayat herkes için daha besleyici olur?
Ve baktık ki gerçekten birlikte yaşayabilecek gibi değiliz, baktık ki “uzlaştırılamayacak farklılıklarımız var” o zaman birbirimize mecbur da değiliz. “Arkadaş olabiliriz, birbirimizi sevebiliriz ancak aynı evin içinde bir hayatı paylaşacak kadar yakın olmak zorunda değiliz.”
İngilizcede çok sevdiğim bir deyim var, “agreeing to disagree” . Aynı fikirde olmamak hususunda aynı fikirde olmak. “Farklı düşünüyoruz” deyip geçebilmek ve farklı düşünüyor olmanın ilişkiye zarar vermektense zenginleştirecek bir unsur olması. Karşımızdakine saygısızlık ettiğimizde özür dileyebilmek, ve saygısızlığa uğradığımızda da sakin bir şekilde hakkımızı arayabilmek. Bunlar çocukluktan itibaren rehberlik almadıysanız sonradan kazanmak için kendi kendinizi yetiştirmeniz gereken beceriler.
Nasıl mı?
1.Çocukluktan getirdiğiniz kök inançları ve otomatik düşünceleri tespit edin. Kitaplardan faydalanabilirsiniz. “Kitaplık” isimli bölümde önerilerim var.
2..Duygusal ihtiyaçlarınızı fark edin. Duyulmak, anlaşılmak, bağ kurmak,bağımsızlık, kendin gibi olabilmek, dinlenmek?
3. Çocuk yanınızın ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra erişkin yanınız daha kolay devreye girecektir.
6.Odağınız haklılık ya da haksızlık yerine duygusal ihtiyaçlarınız olduğunda karşınızdaki insanın da aslında neye ihtiyacı olduğunu daha kolay görebilir hale geceksiniz.
Böylelikle, karşınızdaki sizi o çocukça tartışmaya davet ettiğinde “Davetin için teşekkür ederim, ancak ben o oyunu oynamıyorum” diyebileceksiniz. Yani kolay kolay kimse sizi kışkırtamayacak.
Bu çok uzun bir yol… Hiç bitmeyecek bir yol üstelik. Ne kadar ilerlerseniz ilerleyin bazen tökezleyebileceğiniz bir yol. Ama bir nokta gelecek ve kendinize şunu diyebileceksiniz;
“Elimden gelenin en iyisini yapıyorum ve bu yeterli, bu halimle yeterliyim ve sevilebilirim, haklılığımı ispat etmek zorunda değilim, önemli olan karşılıklı olarak ihtiyaçların giderilmesi ve o an için giderilmesinin mümkün olmadığı durumlarda da kendini sakinleştirip olabilecek başka bir çözüme gidebilmek, yaratıcı çözümlere odaklanmak…”
Sonra geriye kalan şey yolun tadını çıkarmak…
Faydası olmuştur umarım…