Saygının çeşitli sözlük anlamlarına baktım, tanımların hemen hepsi dönüp dolaşıp “değer” vermeye bağlanıyor. Bir insana neden değer verebiliriz? Değeri hak etmek için ille de bizim için bir şey yapması gerekir mi?
Bir insana sırf insan olduğu için saygı duymalı mıyız? Bir çocuğu, savunmasız bir hayvanı incitmiş olsa bile? Ona çok kızsak, cezasını çekmesini istesek bile sırf insan olduğu için ona saygı duymalı mıyız? Bu psikolojik olmaktan çok sosyolojik bağlamda tartışılması gereken bir konu gibi geliyor bana. Benim cevabım, evet. Suç söz konusu olduğunda sorun kişinin değil toplumun sorunudur diye düşünüyorum. Suç söz konusu olduğunda olayı patoloji düzeyine indirgersek suçun gerçekte sistemle ilgili bir sonuç olduğunu gözden kaçırabiliriz. Bunu gözden kaçırmak da tehlikelidir sorunu çözebilecek gerçek uygulamayı hayata geçiremeyiz.
Konuyu daha fazla dağıtmadan “normal” popülasyon (her ne demekse) sınırlarında işlemeye devam edelim:
Yetişkinler dünyasında insan ilişkileri karşılıklılık ilkesine dayalıdır. Açayım; birbirinin sınırlarını ihlal etmemeye ve ilişkiye karşılıklı olarak emek vermeye dayalıdır. İletişim, karşındakinin iç dünyasını merak edip ilgilenme, hakiki olarak sevgi ve sıcaklı hissetme ile orantılıdır. Yoksa “kim kim için ne yaptı” gibi çetele tutulan maddiyata dayalı somut bir karşılıklılıktan bahsetmiyorum.
Özsaygı ne zaman zedelenir?Kendi kendine yabancı olduysan. Kendine değer vermek için ille de bir şey yapmak zorundaymışsın gibi hissediyorsan.Çocuk doğduğunda benlik algısı yoktur, ona bakım verenlerin kendisine tuttuğu ayna ile şekillenir.Bu yüzden ceza dediğimiz şeyin hasarı büyüktür; çocuğun benlik algısını zedeler, yanlış bir şey yaptığında sevilemez bir insan olursun,” sevilebilir olman için hep doğruyu yapman gerekir” gibi sonuçlar çıkarır çocuk.
Sonra da yetişkin olduğunda nereden kaynaklandığını bir türlü anlayamadığı bir kaygı denizinde yüzüp durur. Sorduğunuzda “elbette her şeyden ben sorumlu değilim, elbette elimde olmayan şeyler var” diyecektir. Ancak nasıl yaşadığına baktığınızda kontrolü elinden bırakamadığını, bir sorunla karşılaştığında yardım istemekte zorlandığını fark edersiniz.
Yardım isteyememek de maskeli ve maskesiz olarak kendini gösterebilir. Maskesiz olan çeşidi açıktır; yardım isteyemezsiniz. Kimseye soramazsınız. Ama esas tehlikeli olan maskeli olandır. Yardım istersiniz, sorabilirsiniz ancak içten içe yalnız hisseder ve bu yardımların aslında bir işe yaramadığına inanırsınız.
Birileri sizin için bir şey yaptığında orantısız bir minnet duygusu altında ezilirsiniz. Çünkü içinizdeki ses size aslında hakkınız olmayan bir şeyi aldığınızı söyler. Oysa objekttif olarak baktığımızda karşınızdakinin sizin için yaptığı gerçekte sizin de onun için yapabileceğiniz bir şeydir.
Kendinizi kolayca yük gibi hissedersiniz. Gerekli gereksiz özür diler, defalarca teşekkür edersiniz.
Tüm bunların bir sonucu olarak da zamanla insalarda uzaklaşırsınız.
Zor durumda kaldığınız her an aslında her koyunun kendi bacağından asıldığı, kurdun ensesinin kendi işini kendi hallettiği için kalın olduğu, ateşin düştüğü yeri yaktığı şeklinde sözlerle doludur.
Oysa objektif ve adil olarak baktığımızda ateş düştüğü yeri yakmaktadır ancak yakınında olanları da etkilemektedir. Gerçekte baktığımızda aslında insanlar yanınızdadır, sizin acınızı sizin için yaşayamazlar, tıpkı sizin onların acısını onlar için yaşayamadığınız gibi. Ama bu demek değildir ki herkes tek başına.
Gün sonunda yalnız olduğumuz, yalnız doğup yalnız öldüğümüz, Yalom’un da dediği gibi varoluşsal bir gerçektir. Gündelik hayattaki güvensizliğimiz ise insan ilişkilerimize dair somut olarak üzerinde çalışarak yaşamımızın kalitesini arttırabileceğimiz bir meseledir. Yalom’un ayrıca eklediği üzere, terapide konu dönüp dolaşıp bir şekilde insan ilişkilerine gelir ve insan ilişkilerinde doyum bir çok sorunu kökten çözer. Başlangıç da kendimizle ilişkimiz.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
İlgili