“Deliler gibi seviyorsanız bir adım geri gidin. Aklı başında bir şekilde sevmeye başlayınca tekrar ilerleyin.”
diye yazmıştım Terapi Defteri’ni ilk açtığım aylarda (2013 sonbaharıydı sanırım).
Hala en sevdiğim cümlelerimden biridir.
Bu cümlenin altında yatan dayanak “şema kimyası” dediğimiz kavram. Neden “deliler gibi” sevmek şema kimyasıdır diye açıklamadan önce “duygu” denen karmaşık konuyu biraz berraklaştırmak iyi olacak;
Her duygu sağlıklıdır. Yeter ki gerçekleşmiş olayla uyumlu ve orantılı olsun. Yeter ki olayın şiddeti geçtikten sonra durumun gerçekliği içinde tetiklenmesi doğal olan olumlu ve olumsuz her duyguyu bir renk kartelası gibi deneyimleme yetisi de olsun. Siyah beyaz değil, rengarenk olabilsin gerekiyorsa.
Robert Plutchik’in duygu kartelasını kullanarak bu konuyu detaylandırayım, yazının ilerleyen kısımlarında işimize yarayacak;
Her renk aslında tek duyguya denk geliyor. Rengin tonu açıldıkça duygunun şiddeti azalıyor, koyulaştıkça da artıyor. Birbirinin karşısında olan duygular birbirinin zıttı, ve renkler kartelada birbirine ne kadar yakınsa o renge denk gelen duygular da o kadar birbirine benziyor.
Ayrıca; ana duygular ve ara duygular var. Ana duygular renklerle belirtilenler. Ara duygular ise ana duyguların birleşiminden oluşuyor.
Bu teoriden çıkarak duygu deneyimleri üzerine farklı sonuçlara varabiliriz. Bir tanesi öfke ile ilgili. Öfke kontrolü sorunu yaşayan birinin davranışlarını bir çok kaynak ile açıklayabiliriz. Bu modele göre açıklamalardan bir tanesi de aslında bu kişinin temel duygusunun korku olduğu, ve o korkuyu zıttı olan duyguyla yani öfkeyle dengeleyerek kendini korumaya çalıştığı. Çünkü öfke kendimizi güçlü hissettirir.
Hayatta kendini güvende hissetmeyen, insanlara karşı derdini anlatamayacağına, onu kimsenin dinleyip ciddiye almayacağına, topluluk içinde kendine bir yer bulamayacağına inanmış ve bunun korkusu ile yaşayan bazı kişilerin en ufak bir eleştiri karşısında patlama yaşamalarının altında bu baş etme mekanizmasının yatma ihtimali var.
Sonra sevgi…(love). Bu teoriye göre sevgi (love) güven ve neşe duygularının birleşiminden oluşuyor. Güvenin daha az şiddetlisini onay diye çevirmişler (acceptance) oysa ben kabul olarak çevirirdim. Bu durumda kabul ve dinginliğin birleşiminden daha sakin bir sevgi beklerken, coşkunluk ve hayranlığın birleşiminden daha şiddetli bir “aşk” bekleyebiliriz. Flörtün ilk zamanlarında çiftlerin birbirlerinde bu coşkunluk duygusunu tetikleyecek çeşitli etkileme araçlarını yoğun kullanmalarına şaşmamalı :))
Sıra geldi şema kimyasına:
Stevens, Roediger ve Eckhard. “Breaking Negative Relationship Patterns isimli kitapta şema kimyasını arzulanan partner ile “tutku,anında çekim hissetmek,partnerin idealize edilmesi ve muhtemelen ulaşılamaz olması” şeklinde tanımlıyor.
Romantik aşk ve kendiliğinden doğal olarak geliştiğini düşündüğünüz bu duyguların esasında karanlık bir yüzü olabilir. Ve dönüp dolaşıp kendinizi benzer bazı döngülerin içinde bulmanızın altında yatan da bu olabilir; Şema Kimyası.
Örneğin, terk edilme şeması olan bazı kişiler karşılarındakini garantilemeye ve terk edilmemeye o kadar odaklanırlar ki karşılarındakini kendilerinden asla vaz geçemeyecek şekilde kesintisiz ilgi ile göklere çıkartarak bu coşkunluk duygusu ile doldurabilirler.
İlişki içinde kendileri olma ve sevgiyi doya doya yaşama yerine karşı taraf için vaz geçilmez olmaya odaklanırlar. Bunun için ne gerekiyorsa yaparlar, pervane olur, onun ihtiyaçlarını ondan önce düşünüp yerine getirir, onun hoşuna gidecek şekilde giyinir, onun ilgi alanlarına odaklanır… Diğer tarafta da duygusal yoksunluk ya da kusurluluk gibi şemalar varsa; yani ihtiyacı olan ilgiyi ve sevgiyi alamadığına dair derin bir inanç ve olduğu haliyle sevilebilir hissetmeme söz konusu ise;
Buyrun size şema kimyası ve ilk görüşte aşk.
Şema kimyası; Devlerin aşkı gibi hissettiğiniz durum. Tam uyumlu, hep aradığınız kişi, siz de onun hep aradığı kişisiniz, daha önce hiç hissedilmeyen çok yüksek duygular vb… Senaryoyu biliyoruz.
Şimdi objektif olarak düşünelim. Çocukluğu yeterince iyi geçmiş, ihtiyacı olan ilgiyi sevgiyi, en önemlisi koşulsuz sevgiyi, empati anlaşılma, güvenlik ve istikrar, olduğun halinle sevilme gibi duyguları deneyimleyebilmiş iki yetişkin düşünelim. İlişkide kendini güvende hissedebilen, karşısındakini tanımaya istekli olan, yeri gelince sınır çizebilen, kendi ihtiyaçlarıyla karşısındakinin ihtiyaçlarını dengeleyebilen. İlişkiye emek vermesi gerektiğini bilen; ancak bunu tek taraflı yapmayan. Kendini besleyebilen. Tek başınayken de kendini tastamam ve yeterli hisseden ancak ilişki içinde ve başkalarıyla dayanışma ve bağ içinde anlam bulabilen. Bu şekilde yeterince iyi çocukluk geçirmiş iki sağlıklı yetişkinin bir ilişkiye başlama,ilerleme ve sürdürme süreci nasıl olur? Yavaş yavaş demlenen bir çay gibi mi olur yoksa bir anda bütün aromasını veren sallama çay gibi mi? Yani ilişkinin daha başından gözü başka hiçbir şey görmeyecek, uykuları kaçacak kadar kendini kaptırır mı?
Cevap; hayır. Freud ile başlayıp en güncel terapilere kadar geçen süreçte neredeyse tüm teorisyenlerin hemfikir olduğu kısım; yetişkinlikteki ilişki hayatımızda çocukluk yaşantılarımızı sürdürme ve yeniden yaratma eğiliminde oluruz. Eğer duygusal ihtiyaçlarımızın yeterince karşılandığı bir çocukluğumuz olduysa ilişkilerimiz kendi hızında demlenen, ne çok ağırdan alınan ne de tadını kaçıracak kadar acele ettirilen hızda ve yoğunlukta ilerleyebilir. Duygumuz “kendiliğindenlik, doğallık, sevgi” olur. Şema kimyası varsa da kaygılı bir coşkunluk…Ancak çoğu zaman coşkunluk kaygıyı gölgelediği için farkında olmayız.
Tekrar etmekte fayda görüyorum; türlü flört oyunları, ilişkinin başlangıcında ilişkinin ilerleyen zamanlarına kıyasla daha “heyecanlı” hissetmek oldukça doğal. Zaten bir konuyu problem haline getiren derecesidir, varlığı değil. Başka bir deyişle, tüm bunlar bir başkasına romantik bir ilgi duyan herkesin bir dereceye kadar yapacağı şeyler. Burada anahtar kelime “bir dereceye” kadar. Örneğin, terk edilme korkusu ilişkilenme biçimini belirleyen önemli bir faktörse bu “garantileme” çabası gerçek bağ kurma ve kendin olma ihtiyacının yerini alacak kadar ileri gidebilir.
Öyle olduğunda da hakikilik ortadan kalkar. Hakiki olmayan herşey de er ya da geç yok olmaya mahkumdur. Bu sebeple bu kişiler ilişkilerinde gerçek sevgiyi değil kaygılarını yaşarlar. Olaylar (örneğin) şu şekilde gelişir;
Terk edilme,istenmeme,reddedilme ile baş edemeyeceğini, tüm bu deneyimlerin hayatında asla olmaması gerektiğini düşünen, bu zor duygularla da karşısındakini ona daha önce hiç yaşamadığı duygular-deneyimler yaşatarak garantilemek için herşeyi yapan birilerini düşünelim:
Garantilediklerine inandıkları anda kendilerini geri çekerler. Çünkü yaptıkları şey çok yorucudur. (İngilizcede “love bombing” olarak geçer). Karşılarındaki kişi ilk başta neye uğradığını şaşırıp adeta bağımlısı olduğu o ilgiyi tekrar geri kazanabilmek için bir süre kendini hırpaladıktan sonra vaz geçer. O vaz geçtiği anda da karşı tarafın terk edilme, kusurluluk ve istikrarsızlık şemaları tekrar tetiklenir ve aynı ilgi süreci başlar… Bu yorucu dans yıllarca sürebilir. Bu tek başına koca bir kitabı hak eden bir konu. Gerçi psikolojide her konu öyle ama ben şimdilik bir giriş yapmış oldum.
Seminerlerimde ve yazılarımda ne zaman bu konudan bahsetsem, yani desem ki büyük aşk sandığınız şey aslında şema kimyası; haklı olarak çok sert tepkilerle karşılaşırım.
Çünkü büyük aşk demek birçok insan için yıllardır iyileşmeyen o yaralarının iyileşme ihtimali demek. O arayıp da bulamadığın her ne ise bulabilme umudun var demek. Tamamlanma umudu demek. Bütün bunlar tek başına yapacağın serinkanlı, uzun ve zorlu iç yolculuk seçeneğinden çok daha cazip.
Oysa tek başınayken de tastamam hissetmeden bir başkasıyla birleşip çoğalamazsın.
Bu yazıyı okuyup umutsuzluğa kapılsıysanız, ya da yılların ezberi nasıl bozulacak diye endişelenmeye başladıysanız, hatta kendinizi “arızalı” hissettiyseniz aşağıdaki paragrafı dikkatlice okuyun,
Stevens, Roediger ve Eckhard. “Breaking Negative Relationship Patterns” kitabında şöyle bir bilgi vermiş; nüfusun %70’i bir kişilik bozukluğu tanısı alamayacak olsa da “kişilik sorunları” diyebileceğimiz örüntülere sahip. Borderline teşhisi almayacak ancak duygusal olarak stabil olmayan, narsistik kişilik bozukluğu tanısı alamayacak ancak odağı hep kendinde olan, şizoid diyemeyeceğimiz ancak duygusal olarak ulaşılamaz olan kişileri saydığımızda nüfusun %70’i ediyor… %70!!
Yani siz de bazı duygusal sorunlar ve ilişki problemleri yaşıyorsanız “arızalı” değil, sıradansınız yalnızca….
Başka bir deyişle, insanların çoğu ilişkiye geçmişten getirdiği bir bagajla geliyor. Herkesin kendi dikeni ve kendi gülü var. Karşılıklı olarak bu dikenlerin herkes farkında ve birlikte üzerinde çalışmaya değer diye görülüyorsa işler yoluna giriyor.
Bu bilgi demek midir ki insanların %70’i ilişkilerde tatmin duygusunu yaşayamıyor? Buna dair bilimsel bir bilgi elimde yok ancak artan boşanma oranlarına bakacak olursak sanırım “büyük ihtimalle” diyebiliriz. Bunun elbette sosyolojik ve ekonomik nedenleri var, binlerce sayfanın yetmeyeceği derin açıklamaları var…
Ancak bu yazıda işin birey düzeyindeki ayağına kısaca değinebiliyorum.
Çözüm?
İlk adım kendi dikenlerini ve kendi gülünü fark etmek.İlişkiye katabileceğin güzellikleri ve karşındakini yorabileceğin alanları görebilmek. Mesela, duygusal iniş çıkışları güçlü olan biri bir yanıyla karşısındakini yorabilecekken diğer yanıyla yeri geldiğinde karşısındakini dört koluyla sarıp sarmalayabilir.Karşısındakinin içindeki incinmiş çocuğa gönülden, seve seve el uzatabilir.
Anlayacağınız, serinkanlı bir iç yolculuk ile ilişkiye getirdiğiniz dikenleri tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmasa da, olabildiğince, en azından kimseyi çok kanatmayacak kadar budayıp tatmin olduğunuz ilişkiler sürdürmek mümkün.
Umarım faydalı olmuştur. Sevgiler.
NOT: Bu yazıyı faydalı bulduysanız 15 Nisan’daki yapacağım seminer de işinize yarayabilir, grup küçük olacağı için bu konuları detaylı konuşabileceğiz. Detaylar ve katılım için:
https://terapidefteri.org/2018/03/25/kendinin-yeterince-iyi-ebeveyni-olabilmek/