Dünya Vatandaşı Yetiştiren Okul

İlkokul öğretmeni travması en sık karşılaştığım konulardan biri. Kimi yıllar boyunca sözlü ya da fiziksel şiddete maruz kalmış, kimi bunun tehditi ve göz dağı korkusu ile yaşamış, kimi öğretmenin kuzusuymuş ama diğer arkadaşlarının gördüğü muamele karşısında hem travmatize olmuş hem de suçluluk içinde büyümüş.

Okul öncesi eğitim ve ilkokul, çocuğun ileride kuracağı hayat için belkemiği. Bu belkemiğinin olmazsa olmaz bir unsuru var; empatik iletişim yani duygusal zeka ve farklılıklara saygı.

Duygusal Zeka isimli kitabın yazarı Daniel Goleman şu soruyu sorar; neden bazı yüksek IQ’lu, çok yüksek eğitimli insanlar kendilerinden çok daha düşük eğitimli insanların yanında çalışırlar? Her iki kişinin de dürüst yollarla hayatını kazandığını varsayarak, cevap duygusal zeka, yani EQ olarak açıklanıyor.

Nedir bu duygusal zeka? Kişinin içinde bulunduğu her an ne hissettiği, ortamın gerçekliğinin ne olduğu, kendi ihtiyaçlarının ne olduğu, karşısındakinin ihtiyaçlarının ne olduğu, ve her iki tarafı da mağdur etmeden bir çözüm arayışı içine girme olgunluğudur. Başka bir deyişle liderlik etme becerisidir.

Liderlik etmek, yani;  girişimci olmak, yenilikçi olmak, yaratıcılık, insanları motive edebilme becerisi, insanlara ilham olabilme, herkesin içindeki potansiyelin en fazlasını kullanabilmesi için destek olabilme…. liste daha uzar gider. Bir çocuğun yetişkin olduğunda tatmin olduğu bir hayat sürebilmesi için matematik ve fizik denklemlerini çözmekten, ikinci bir dilden bile daha fazla bu becerilere ihtiyacı var.

Peki bu becerileri kazanmanın önündeki en büyük engel nedir bilir misiniz? Bireycilik,rekabet,hırs… Yani şimdiki eğitim sisteminin üzerine kurulu olduğu temel ilkeler.

Klinik Psikolog Marshal Rosenberg, Çatışma Ortamında Barış Dili isimli kitabında eğitim sistemini eleştirir;

“Okullar, daha donanımlı koyunlar yetiştirmek üzere kurulmuş bir sistem içindeler. Bu donanımlı koyunlar daha yüksek maaşlarla günde sekiz saat kendilerine anlamsız gelen işlerde ömürlerini tüketip her gün ben ne yapıyorum diye sorgulayacaklar.”

Tanıdık geliyor mu? Bana geliyor. Çünkü ben de bir süre böyle işlerde çalıştım. En iyi okullardan en iyi derecelerle mezun itaatkar koyunlardık. En az sorgulayıp en çok çalışan en hızlı yükseldi bol sıfırlı maaşlarına kavuştu. Ben alternatif bir eğitim almamış olmama rağmen kendimi o sistemden kurtardım.

Çünkü ben evimde alternatif bir eğitim almıştım.

Evimizdeki alternatif eğitimin omurgası da şuydu; önce  insan sevgisi! Önce insan ilişkileri! Önce insana saygı. Önce “farklılıklara” saygı.

Önceliği tüm bunlara veren bir okul aradık kızımız için yıllar boyunca. Bir ara umudumuzu tamamen yitirmiştik. Son anda imdadımıza kardelen gibi bir okul yetişti. Türkiye’nin şu durumunda alternatif eğitime sarılmış bir Don Kişot. Şu an İstanbul’da benim bildiğim iki tane böyle okul var. Bunlar özel okul. Bu sebeple etik açıdan doğru bulmadığım için isimlerini yazmayacağım.

Bir okulun yukarıda saydığım prensiplere öncelik verip vermediğini, farklılıklara sadece lafta değil, uygulamada da önem verip vermediğini anlayabilmeniz için çok kestirme bir yol var:

Gölge öğretmen kabul ediyorlar mı? diye sorun. Telefon açın, ve verecekleri cevabı dinleyin. Almanız muhtemel bazı cevaplar;

1.Biz “öyle” çocuk kabul etmiyoruz.

2.Hayır,böyle bir uygulamamız yok. Ama değerlendiriyoruz (tepkilerden korkmuştur)

3.Burada mutlu olamaz.

Gölge öğretmen, öve öve bitirilemeyen Finlandiya’daki okul sisteminde özel gereksinimli öğrenciler için mutlaka sağlanan bir kaynak. Burada bu kaynağı okul sağlayamayabilir, bunu anlarım. Ancak ailenin sağlayacağı bir gölge öğretmeni kabul etmiyorsa, bilin ki farklı olanı okula katkı sağlayacak bir zenginlik olarak değil, bir yük olarak görüyordur.

Burada esas önemli olan kısma geldik; farklı olanı yük olarak mı görüyor, okula katkı sağlayacak bir zenginlik mi?

Eğitim uzmanı arkadaşım Ali Koç’un dediği gibi; şu an tüm dünya ayrıştırma yerine birleştirmeye gidiyor. Farklı yaş gruplarını bir arada okutmayı konuşuyor. Farklı gelişim düzeylerini entegre etmeyi planlıyor.  Çünkü normal gelişimi olan bir çocuk gelişim geriliği olan, öğrenme güçlüğü çeken, koltuk değneği ya da tekerlekli sandalyede olan, hiperaktif olan arkadaşına yardım ettiği zaman dünya vatandaşı olacak. Empatiyi, verebilmeyi,çözüm geliştirmeyi ama en önemlisi uzlaşmayı öğrenecek.

Uzlaşma becerisi geliştirmiş bir çocuğun hayatta kalamayacağı ortam yoktur.

Aksi türlü yıllar boyunca bir akvaryum içinde büyüyüp gerçek hayatın farklılıkları ile karşılaştığı zaman sudan çıkmış balığa dönecek. Dönüp dolaşıp o herkesin birden aynı olduğu konfor alanına sığınmak isteyecek.

Özetle, dünya vatandaşı yetiştiren okul, farklılıkları kucaklayan, özellikle isteyen okuldur. Aksi türlüsü, en az sorun çıkaracak türden, zahmet vermeden kolayca sisteme entegre edebilecekleri, yani kendi uygun gördükleri tornaya kolayca sokabilecekleri bir çocuk arayışındadırlar. Nice “çocuk odaklı” okulun çocuk odaklılığı sadece laftadır.

Umarım faydalı bir yazı olmuştur. Sevgiler.

 

 

Empatik İletişim ve İnsan Doğası

İnsan doğası iyi midir kötü müdür?

Uluslararası İlişkiler ya da Siyaset Bilimi bölüm derslerinde olmazsa olmaz konularından biridir.

Hobbes ve Locke karşılaştırılır. Hobbes der ki insan doğası kendi haline bırakıldığında vahşidir, otoriter bir yönetim ile sosyal bir kontrat yapılmalıdır ki bu vahşi doğamızdan korunalım. Locke ise tersi bir görüş savunur; insan doğası uzlaşmacı ve işbirlikçidir der. İlle de eli sopalı bir yöneticiye ihtiyacımız yok, kendi kendimizi idare edebiliriz der. Sonra başlar münazaralar.

Eğlenceli ve öğretici olduğu kadar ağzı en iyi laf yapan, polemik dilini en güzel kullanan, okuduklarının niteliği ya da derinliği olmasa da atıp tutma becerisine sahip iyi pazarlamacıların galip geldiği tartışmalardır bunlar. Ama yine de severdim. Güzel zamanlardı.

Mesela derslerden birinde hocam Meltem Müftüler Baç sormuştu; insan doğası nasıldır? Eğer cevap “koşullara göre değişir” ise kötüdür demek ki dedi.

Yani, insanlar duygusal stresin çok ağır olduğu bir ortamda kırılıp değerlerinden vaz geçip, önüne geleni pataklamaya meyilli ise o zaman doğaları kötü demektir. Ancak koşulların izin verdiği ölçüde iyi olabiliyorlar demektir.

Fakat bence bu tam tersi şekilde de tartışılabilir. Yani çevresel koşulların olumlu olduğu durumda o pataklama isteği duyan kötücül yan ehlileşebiliyorsa neden doğamız iyi değil de kötü olsun ki? Uzayıp gitmişti konuşma.

Siyaset bilimine masterdan sonra devam etmememin sebeplerinden biri de bu uzayıp giden tartışmalardı. Kimi çok sever, çok da iyidir bu konuda. Ama ben daha çok uygulamacı tipte bir insanım. Sahayı sokakları tercih ettim.

Psikoloji de imdadıma yetişti sağ olsun. Düşüncem şudur ki; insan doğası nasılsa öyledir. Yüz şeklimiz, saç rengimiz boyumuz posumuz ne kadar farklı ise şiddete de şefkate de eğilimimiz o derece farklıdır. Bu demektir ki bir yandan hepimiz aynıyız, hepimizin yaşamak için proteine, suya vitamine, oksijene ihtiyacı var… Ama bir yandan da beş parmağın beşi bir değil; öğrenme biçimlerimiz, etrafımızda olup bitenlerden etkilenme derecelerimiz ve mizacımız gereği geliştirdiğimiz savunma mekanizmalarımız farklı.

Çözüm ne? İşin sırrı ortak ihtiyaçlarımıza kulak verebilme becerisini geliştirmekte. İster yüz kilo olsun, ister kırk herkesin proteine ve vitamine ihtiyacı var ya… İşte ister agresif yapılı olsun ister uysal, ister analitik becerileri güçlü olsun ister dürtüsel herkesin ortak ihtiyacı güvende hissetmek, kendini ifade edebilmek, ait olmak, olduğu kişi olarak kendini var edebilmek, anlaşılmak ve kabul görmek vb…

Bu ihtiyaçlar giderilebildiği ölçüde sakinleşebiliyor, makul bir şekilde çözüm odaklı olabiliyoruz. Hem kendisinin hem de başkalarının duygusal ihtiyaçlarına duyarlı, çözüm odaklı bireyler yetiştirmek mümkün.

Böyle düşünen bir topluluğa rastlamış olmak 2016’nın en güzel hediyelerinden biriydi benim için. Ashoka Türkiye’ye bunun için teşekkür ederim. Ve bana hediye ettiği Şiddetsiz İletişim topluluğunu duyurup çalışmalarında aktif olarak yer almak da bundan sonrası için hedeflerim arasında.

Siz de dünyanın daha hoşgörülü, anlayışlı ve çözüm odaklı bir yer haline gelmesine katkıda bulunmak istiyorsanız bu harekete katılabilirsiniz. Etkinlik takvimi aşağıdaki bağlantıda;

https://www.facebook.com/groups/239161648963/

Yapılabilecek çok şey var.

Umarım faydalı olmuştur. Sevgiler…

Çatışma Sanatı

Başlık oksimoron değil mi? Çok sevdiğim bir kelimedir “oksimoron”. Ne olduğunu anlayana kadar canım çıkmıştı ilk duyduğumda. Birbirine zıt anlam içeren, bu yüzden bir araya geldiğinde anlamsız ve absürd bir tamlama olan iki kelime. Coşkulu üzüntü mesela…

Çatışma sanatı da insanda benzer bir duyguyu tetikliyor. Çatışma gibi negatif duyguları barındıran bir kelime sanat gibi şifalı bir etkinlikle nasıl bir arada düşünülebilir ki?

Kelimeleri değiştirebiliriz. Uzlaşma sanatı diyebiliriz. Sağlıklı Çatışma Sanatı diyebiliriz. Az sonra anlatacaklarımı daha iyi temsil eder bu şekilde kullanırsam aslında. Ama bu şekilde kullanmak istemiyorum. Neden mi?

Çünkü insanlar arası farklılıklar oldukça, ihtiyaçlarımız birbiri ile çatıştıkça, hayattan farklı şeyler istedikçe, kompleksler, kırılganlıklar, arzular, tutkular oldukça çatışma da olacak. Çatışma, en az yemek içmek kadar doğal bir parçası insan olmanın.

Mesela karı koca arasındaki çatışma… Bir taraf daha fazla özgürlük ihtiyacındayken diğerinin daha çok ilgiye ihtiyaç duyması kaynaklı olabilir. Ebeveyn çocuk arasında da aynı şekilde; birinin özgürlük ihtiyacı diğerinin bakım verme ihtiyacı ile çakışabilir. Evet, bakım almak kadar bakım vermek de bir ihtiyaç insanlar için. En azından büyük üstad Adler öyle demiş. Evrimsel psikoloji açısından baktığımızda da; kendimizi sosyal gruplar içinde var ederek evrimleştiğimiz düşünülürse, bakım verme ihtiyacı içinde olanların sosyal olarak daha güçlü olup hayatta kalma olasılığını arttırdığını söyleyebiliriz.

Zaten böyle olmasa kendini feda davranışı bu derece yaygın olmaz ve alkışlanmazdı. İnsanlar olarak kendi ihtiyaçlarımızı başkalarına bakım verebilmek adına ikinci plana atabilme becerisine sahip olmasaydık bugünkü konumumuza erişemezdik. Gerçi bugünkü konumumuz çok mu iyi? Sapiens kitabının yazarı Yuval Noah Harrari’ye göre hayır! ; evrimsel açıdan bir zafer elde etmiş durumdayız doğru, çünkü evrim, başarıyı nüfus olarak artıp artmadığın ile ölçer ama mutlu olunup olunmamasıyla ilgilenmez. Tabii bu bambaşka mecraların bitmek tükenmek bilmeyen binlerce ciltlik tartışma konusu.

Çok dallanıp budaklanmadan kendi konuma döneyim. Çatışma sanatı.

Yani NE KENDİNİ YOK SAY, NE DE BAŞKASINI.

Kendini ya da başkasını yok sayarak çatışmaları çözmek en kestirme yol. Çocuk söz konusu olduğunda da en sık baş vurulan ve ergenlik çağına gelindiğinde de büyük kavgaları tetikleyen yöntem aynı zamanda.

“Güç bende!” bu yüzden gerekirse göz dağı vererek sana kendi istediğimi yaptıracağım! sinyalini verdiğiniz anda karşınızdakinin yaşı ve konumu ne olursa olsun tetikleyeceğiniz duygu öfke ve içerleme olacaktır. Ve bu öfke de er ya da geç bir şekilde size geri dönecektir. Karşınızdaki uysal ve işbirliği yapar görünse de uzun vadede biriken bu öfkesi ya ergenlikte ya da yetişkin olduğu zaman sizinle ilişkisine zarar verecektir. Yani göz dağı ile ilişki kurulan herkes kendini güçlü hissettiği ilk anda aynısını göz dağını veren kişiye yapmaya başlayacaktır. Bir çok danışanım bu sebeple ebeveynlerine karşı dindirmekte güçlük çektikleri bir öfke içinde hisseder kendini.

Çözüm? “Gözdağı veren-alan” döngüsünden kendini çıkarmanın ilk adımı uzlaşma ustası olmak. Kolay bir şey değil. Bir insanın uzlaşabilmesi için öncelikle kendisini iyi tanıması gerekir. Neye izin verebilir neye izin veremez? O gün ve o an için ne kadar adım atabilir, karşısındaki için kendisini kötü hissetmeden verebileceğinin en fazlası nedir? Yani kendisinin ihtiyaçları nedir?

Bunun yanı sıra kendini karşındakinin yerine koyabilme becerisi de gerekecektir. Yani başkalarının ihtiyaçları üzerine düşünebilme, onları anlayabilme.

Sonra da sıra kendini ifade etmeye gelir.

Gerçekte nasıl ve ne kadar yapılabilir bunlar? Değişimin olmazsa olmaz üç aşamasını hayata geçirerek;

1.Antreman
2.Antreman
3.Antreman

Karın kası yapmak istediğinizde ne yapmanız gerekiyorsa zihin, duygu durumu ve davranış değişikliği için de mantık aynı. Prof. Dr. Tamer Damcı hocamın Bir Yol Var isimli kitabında çok keyifli bir giriş yazısı var; hiçbir şey fizik kanunlarından bağımsız değil. En temel fizik kanunu da “her şey bozulur”. Bozulmayı engellemenin ya da yavaşlatmanın yolu da karşı bir kuvvet uygulamaktır. Mesela yıllar içinde kas kuvvetini kaybetmek istemiyorsanız spor yapmalı, zihin sağlığınızı kaybetmek istemiyorsanız da mindfulness çalışmaları yapmalı, yeni deneyimler yaşamalı ve beyninizi zorlayacak yeni uğraşlar edinmelisiniz.

Yeni yıl için faydalı olabilecek bir yazı yazmak istedim. Umarım amacıma ulaşabilmişimdir. İyi seneler dilerim. Sevgiler.

Bütün Yük Omuzlarımda…

Ne sık duyarım bu cümleyi… Çok sık da hissetmişliğim vardır. Ta ki aslında bunu kendi kendime, gereksizce yaptığımı fark edene kadar.

Bütün yük omuzlarındaymış gibi hisseden birine “sen bunu kendi kendine yapıyorsun aslında, belki de kimsenin senden tüm bu yaptıklarını beklediği falan yok, kendini mutlu etsen yeter” dediğinizde bir öfke tepkisiyle karşılaşırsınız. Bu kişilerin verecekleri muhtemel yanıtlar;

1.O öyle olmuyor işte…
2.Mümkün değil…
3.Benim elimde değil…
4.Onu yaparsam kıyamet kopar…
5.Onu yapmazsam kıyamet kopar…
6.Bu benim kişiliğim…
7.Benim “yapım” böyle…

Başkalarının tepkisinden, öfkesinden korkmak, yani çatışmadan kaçınmak. Ya sessiz kalıp uyum sağlamak “benim için fark etmez” demek ya da hep kendi istediğin olsun istemek. Uzlaşmayı bilememek. Çatışmadan kaçmak aynı zamanda uzlaşmadan da mahrum bırakır insanı.

Çözüm odaklı gidelim. Bir soru ile başlayalım. Bir sihirli değnek olsa ve bir anda bütün yük omuzlarınızdan gitse hayatınızda neyi farklı yapıyor olurdunuz? İşe gitmezdim! bir cevap olamaz bence. Çünkü “sorumluluk” yetişkin olmanın bir parçası. Sorumluluğu omuzlarda yük haline getirmeden yaşantıyı sürdürebilmenin yolunu arıyoruz bu soru ile. Bu yüzden cevaplar yapıcı olmalı.

Mesela;
1.İşe gittiğimde hemen bilgisayarı açıp haldır haldır çalışmaya başlayacağıma önce bir çay içer, sevdiğim bir iki kişiyle sohbet ederdim…
2.Öğle yemeğini yavaş yavaş yiyip kendime küçük bir tatil gibi gün ortası dinlenmesi yapardım…
3.Kendi üstüme düşeni yaptıktan sonra olacakları akışına bırakabilirdim…
4.Birisi benden tavsiye istemediği sürece ona fikrimi söylemezdim…
5.İnsan ilişkilerinde akıl hocası rolünü reddeder, arkadaşça dinleyici olurdum.
6.Kimsenin gönüllü terapistliğini yapmazdım.
7.Eğlenmeyi,rahatlamayı,geyik yapıp oyun oynamayı bir lüks değil ihtiyaç olarak görürdüm.
8.Haftada bir kaç kere sadece kendim için bir şeyler yapardım. Sevdiğim bir hobi edinirdim.
9.Beden sağlığıma yatırım yapardım.

gibi…

Kalıcı iyilik hali, bütün bunları dallandırıp budaklandırıp küçük alışkanlıklar haline getirmekle mümkün. Çalışma masanı düzenleyip sevdiğin bir obje, resim ya da çiçekle dekore etmek, üzerine içinde kendini iyi hissettiğin giysiler giymek, arada ellerine güzel kokulu bir krem sürmek, bunaldığın zaman çok sevdiğin bir arkadaşını arayıp beş dakika konuşmak, arada öğle yemeğini yarım saat uzatmak ve keyifli bir aktiviteye katılmak… Damlaya damlaya göl olurun psikolojiye uyarlanmış hali yani.

Başka bir deyişle, kalıcı iyilik hali dediğimiz şey gökten zembille inen bir şey değil. Her gün, sahip olunan küçük alışkanlıkların değiştirilmesine kendini adadığın ve emekle inşa ettiğin yeni yaşam tarzına diyoruz “kalıcı iyilik hali” diye. Bu yüzden yapması zaman alıyor. Yavaş oluyor. İki ileri bir geri oluyor. Ama merak etmeyin, oluyor. Hem de çok güzel oluyor.

Faydalı olmuştur umarım, sevgiler…

Zayıflığa Tahammül…

Çocuk olamadıysan…
Mesela ağlamaya başladığın zaman “sebepsiz ağlayanın annesi babası ölürmüş” denildiyse.
Mızıldanmaya başladığında “huysuzluk yok” diye çıkışıldıysa…
Şımardığın zaman “böyle yaparsan kimse seni istemez, sevmez” diye korkutulduysan…
Ders çalışmak istemediğin zaman tamirciye verilmekle tehdit edildiysen…
Oyun oynamak bir ihtiyaç değil de ancak sorumluluklarını yerine getirdikten sonra hak edebileceğin bir lüks idiyse…
Muhtaç ya da bağımlı olma işaretleri gösterdiğinde kendini yük gibi hissettiysen…

Yaş olgunluğunun gerektirdiği kadar bağımlı ve muhtaç olup, aynı ölçüde de bağımsız olmana izin verilmediyse…

Aşırı korunup kollandıysan…
Yani hata yapıp üzülmene, kendin düşüp kendin kalkmana izin verilmediyse….

Hatta iyice kafanı karıştıracak şekilde ailede bir kişi aşırı koruyup kollayıp bir başkası da sürekli yapabileceğinin çok üstünde bir beklenti içinde idiyse…

Mesela ilkokulun son sınıfında girdiğin bir sınav için “hayatını belirleyecek” denildiyse sana…

Okuma yazmayı diğerlerinden geç öğrendiğin için “bundan bir şey olmaz… ” denildiyse, ya da herkesten önce öğrendiğin için “özel” olduğun vurgulandıysa… Ve de bu gurur bayrağını aile adına bir ömür taşıma yükümlülüğünü üzerinde hissettiysen…

“Hayatını kurtar..” “…. okulunu kazanırsan hayatın kurtulur!” denilerek büyüdüysen.

Yani, çocuk olman gereken yaşta çocuk olamadıysan; çocuk olmak zayıf olmakla ve zayıf olmak da yük olmakla ve sevilmemekle eşdeğer hale geldiyse kafanda…

İşte o zaman hep çocuk kalıyorsun. Hayatın beklenmedik zorlukları karşısında kendini zayıf, yetersiz, seçeneksiz ve çaresiz hissediyorsun. Oysa yetişkin olmanın en güzel yanı ne yapıp edip bir çare, bir yol bulabilecek donanıma erişmiş olmak.

Ama doya doya çocuk olamadıysan; yani bağımlı ve muhtaç olmanın çok doğal olduğu zamanlarda bir an önce kendini kurtarman beklendiyse, ya da tam tersi kendi ayakların üzerinde durman ve bağımsızlığın aile bütünlüğüne bir tehdit gibi algılandıysa…

İşte o zaman kendini “kurban” gibi hissetmeye başlayabilirsin. Mutsuzluğunun sebebi başkaları olur. Aile, geçim sıkıntısı, çocuklar, vb… Aynı sıkıntılara sahip olup senden farklı seçimler yapmış olan binlerce örnek de gösterilse bu somut verileri yok sayarsın “Ama…” deyip hepsine bir gerekçe bulursun… Kendi mutluluğunun sorumluluğunu üstlenmektense kurban olmanın konfor alanında olmak daha kolaydır çünkü…

Oysa hiçkimse bu konfor alanında sonsuza dek kalamaz. Er ya da geç bir sarsıntı bu alandan çıkmaya zorlar. Kimi için boşanma, kimi için işten atılma, bazıları için otuz ya da kırk yaşına gelmiş olmak ve kimi için de beklenmedik bir sağlık sorunu…

Özetle diyeceğim şu ki; yaşantıların, çevresel koşulların psikoloji üzerindeki etkilerini analiz edebilecek düzeye erişildiyse, kendi mutluluğunun sorumluluğunu üstlenecek olgunluğa da erişilmiş demektir.

Yeni yıl için yazdım 🙂 Umarım faydalı olmuştur. Sevgiler…

Anne-Çocuk Uyumu

İlkokula başladığımdan beri farklı bir çocuk olduğumu hissediyordum. Harika anlamında değil. Farklı gelişen, diğer çocukların rahatsız olmadığı şeylerden rahatsız olan bir çocuk. Her kumaşı giyemeyen, yüksek sesten çabuk rahatsız olan, uyuyabilmek için ille karanlık ve sesiz bir ortama ihtiyaç duyan, ve bedeninde kendini rahat hissedemediği için, uyum sağlamakta zorluk yaşadığı için, ama en çok da anlaşılamayıp yaramaz diye yaftalandığı için öfkeli…

Ailemin arkadaşları hala “yaramazlık” hikayelerimi anlatırlar, benim gibi bir çocuk görmediklerini söylerler. Düz duvara tırmanan cinsten diye açarlar… Tabii bir de kız çocuk olmamın etkisi var. Benim yaptıklarımı bir erkek çocuk yapıyor olsaydı büyük ihtimalle ya daha hoş görülecek ya da belki alkışlanacaktı. Anneme de buradan teşekkürlerimi yollamalıyım. “Senin kızın yaramaz” diyen yerlere bir daha götürmediğini, çocuk dediğin şeyin zaten yaramz olması gerektiğini söylerdi hep.

Uyum sorunu… en zorlandığım konu da bu oldu. Bana bir hediye de kazandırdı tabii, tek başıma çalışabilmeyi, kendi kendime çok şeyin altından kalkabilmeyi öğrendim. Bu sayede bugün zorlanmadan tek başıma çalışabiliyorum.

Tek başınalığı aşmayı da daha yeni yeni öğreniyorum. Çok etkili bir yöntem de buldum kendime bunu aşmak için. Tek başına olmaktan nefret eden insanlarla arkadaşlık ediyorum. Kendim gibi yalnız kurtlardan uzaklaşıyorum. Ne yapmam gerektiğini düşünmeyi bir kenara bırakıp yapmam gerekenleri yapmaya başladım. Otuzbeş yaş sonrasında hayat çok daha güzelleşti.

Akademik olarak başarılı olduğum için çok dayak yemeden ilkokulu atlatabilmem büyük şans. Ama altını çiziyorum “çok” yemedim. Bir kaç kere evrile çevrile şiddete uğradığım oldu. Gerekçeler de sırada düzgün oturamamam, sınıfta çok konuşmam vb…

Yıllar sonra kızım oldu. Ve tüm bu yaşadıklarımı onda gördüm. Başka hiç kimsenin duymadığı sesleri duyup, kimsenin almadığı kokuları alıyoruz birlikte. Mis gibi “duyu bütünleme bozukluğu” 🙂

Anne çocuk uyumu diye bir şey de var yani. Anne-çocuk deyince iki yabancıdan bahsediyoruz sonuçta, birbirini tanımayan. Benim böyle bir sorunum olmasaydı belki kızımı anlamakta güçlük çekecektim. Durduk yere kaşınmaya başladığında anlam veremeyip belki korkacaktım. Biz birlikte kaşınıyoruz hatur hutur soğuk havalarda. Empati becerisi güçlü bir insan her şekilde karşısındakini anlar, o ayrı… Yani çocuğu anlayabilmek için ille de onunla benzer olmaya gerek yok. Yanlış anlaşılsın istemem.

Dün kardeşim geldi. Yıllarca bana bu sebeple ettiği eziyetler üzerine konuştuk. Otoyollarda kartlı geçiş yerlerinden geçerken çıkan bip sesinden kulağım acıdığı için benimle günlerce dalga geçmesi, bana “bezelye prenses” diye isim takması, herkesi de gazlaması…. Bir çok yerde yazmışlığım vardır, kardeşimle baş edebilmek için psikolog oldum zaten. Bana bir meslek kazandırdı anlayacağınız. Şimdi çok üzülüyor, özür diliyor. Geçmiş geçmişte…

Diyeceğim o ki, bir insan bir şeyden rahatsız olduğunu söylüyorsa ona lütfen “şımarık”, “huysuz”, “uyumsuz” demeden önce bir kapı aralayın, ve neden rahatsız olduğunu anlamaya çalışın. Hele ki bu bir çocuksa. Can kulağıyla onu dinleyin. Tahmin edemeyeceğiniz büyük bir pencere açabilirsiniz hayatında.

Zıt Kutuplar

İki insan hayal edin. Bir tanesinin her dakikası planlı. Her gün arka arkaya her saatinin içeriği ince ince hesaplanmış, programda yirmi dakikalık bir kaymaya yer yok.

Diğeri ise planları bozmak için dünyaya gelmiş gibi. Kafasına esiyor çat diye bir arkadaşına gidiyor, kafasına esiyor işten erken çıkıyor ya da aklına estiği gibi bir espri patlatıyor.

Biri nasıl arkadaşlık edileceğini ikinci bir dil öğrenir gibi kitaplardan öğreniyor, diğeri içinse arkadaşlık etmek bedeninin bir uzvu gibi, hayatının bir parçası.

Normalde bu iki kişinin birbirini gırtlaklaması gerekir. Ama ne oluyor da gırtlaklamak bir yana, bu iki insan kanka olabiliyor?

Çünkü insan beyni her kavramı ancak zıttı ile karşılaştırınca anlamlandırır. Ne kadar kontrolcü olduğunu spontanlığı hayatının merkezi haline getirmiş biri ile zaman geçirdiğinde anlayabilirsin. Ya da ne kadar dürtüsel olduğunu ancak kontrolcü birinin varlığında fark edip frene basabilirsin.İnsanlar böyle durumlarda kendilerini dengelenmiş hissedebilirler.

Bu bazen çok iyi sonuç verir. Ama bazen de işler sarpa sarar. Başlangıçta renkli ve dengeleyici olan zıtlıklar eğer taraflar birbirini değiştirmeye kalkışırsa eziyet haline gelir. Zıt kutupların arkadaşlığı renkli olduğu kadar riskli de bir oyundur. Yine de insanın kendisini geliştirmesi için paha biçilemez bir araçtır.

Arkadaşlığın sağlıklı devam edebilmesi için anahtar kimsenin birbirini sırtlanmamasıdır. Bu tür zıtlık durumlarında bir noktada taraflardan daha baskın, daha dışa dönük olan ipleri eline alabilir. Bu başlangıçta belki iki tarafın da hoşuna gider. Ancak ister istemez bir süre sonra ipleri elinde bulunduran kişi bazı konularda içerlemeye başlar. Diğer kişi iyice kurban konumuna kendini hapsedebilir. Risk de buradadır.

Ama risk almadan de ne değişim ne gelişim pek mümkün değil…

Başkalarını Toplamaktan İstifa

O kadar sık duyduğum bir yakınmadır ki…”Arkadaşlarımı toplayan hep ben olurum”. Bir yandan bir yakınma gibidir bu, ama bir yandan da her zaman ses tonunda aslında kendisiyle gurur duyduğunu da sezerim. Ortamı toparlayan, her daim ihtiyaç duyulan, bilgeliğine ve olgunluğuna baş vurulan kişi olmaktan alınan bir haz sezerim bu yakınmanın altında. Ve hep düşünürüm, bu kişi kendi eğlencesine bakacağına neden başkalarını toplamayı, birilerine bakıcı olmayı tercih eder?

Teorik olarak kendine bakamayan bir ebeveyn ile büyünmüş olması bir ihtimal. Ya da uzun süreler yalnız kalmış, bir çocuk olarak yaşının gerektirdiği kadar bağımlı olmasına izin verilmemiş olabilir. Çok erken yaşta büyümek zorunda kalmıştır. Omuzlarına olması gerekenden çok önce kendi sorumluluğu binmiştir. Hatta belki ailedeki başkalarının da sorumluluğu. Belki büyük bir kayıp yaşanmıştır ve ebeveynlerden biri bu kayıp ile baş edebilmek için çocuğunu duygusal anlamda bir hayat arkadaşı olarak kullanmıştır. Hepsinin de ortak noktası olması gerektiği kadar çocukluklarını yaşayamamış olmalarıdır.

Bu sebeple zayıf olmaya tahammülleri de yoktur.Zayıf olmak, başkalarına muhtaç olmak demektir ve onlara göre başkalarına yük olmakla eş anlamlıdır. Başkalarına yük olanları da kimse istemez, sevmez ve yalnız kalırlar diye inanmışlardır. Bu sebeple herkes arada bir saçmalayıp, dağıtıp kendini salabilir ama onlar bunu yapamaz. Ya da yaparlar ama ardından büyük bir suçluluk duygusu içine girip kendilerini cezalandırırlar. Hep veren ve kollayan taraf olmak sevgi alabilmenin, bağ içinde kalabilmenin tek yoluymuş gibi görünür.

Bu insanlar başkalarının mutluluğundan da kendilerini sorumlu hissederler. Başkalarının ihtiyaçlarını önceden tahmin edip ona göre hazırlık yaparlar. Başka insanların neye ihtiyacı olduğunu, neyle mutlu olduğunu bilirler ama kendi tercihleri hakkında pek düşünmemişlerdir. Zamanlarının çocuğunu başkaları hakkında düşünerek ya da konuşarak geçirirler. Arkadaşlarıyla toplanmaları karşılıklı olarak sevgililerinden ya da hayatlarından şikayet etme seanslarına dönüşmüştür. Yine de bu döngüden nasıl çıkacaklarını bilemezler. Bakım veren olmak yaşam tarzlarıdır. Alan taraf olmaktan rahatsız olurlar. İlişkinin karşılıklı vermeye dayalı, her iki tarafın da hayatını zenginleştiren bir döngü olması gerektiğini teorik olarak bilirler, hatta ilişkilerinin böyle olduğuyla ilgili belki kendilerini kandırıyor bile olabilirler. Ama bir noktada ihtiyaçlarının giderilemiyor olması dayanılmaz hale gelir. Hep veren taraf olmak artık dayanılmaz bir acı haline gelmiştir. Öfke patlamaları, sürekli dırdır ve karşı tarafı değiştirmeye çalışmalar hep aynı çaresizlik döngüsüne girmeye başlamıştır.

Bu çaresizlik anında genelde terapiye başvurulur. Bıçağın kemiğe dayandığı anda yani. Yıllar kaybolmuş gibi hissedilir. Bazı zamanlarda da kaybedilmiştir gerçekten. Bu yazıyı yazma sebebim bıçak kemiğe dayanmadan önce bir farkındalık oluşturma ihtimali. Zaman en değerli varlığımız. Karşılıklı eşitliğe ve hem alıp hem de verebilmeye dayalı, hayatı zenginleştirip derinleştiren ilişkiler, bana göre, hayatı anlamlı ve yaşamaya değer kılan en önemli faktör. Eğer kendinizi bundan mahrum ediyorsanız, bence, bu size büyük haksızlık. Eğe böyleyse de, umarım bu yazının bir katkısı olmuştur.

Psikoloji ve Çevre

Bu sabah okuduğum bir haber üzerine yazma ihtiyacı hissettim:
http://www.hurriyet.com.tr/sosyal-medyada-fotografini-paylasti-diye-oldurulmesi-isteniyor-40296211?utm_source=t.co&utm_medium=post&utm_campaign=dunya_xmlfeed

“Sosyal medyada fotoğrafını paylaştı diye öldürülmesi isteniyor”. Çünkü fotoğrafta kadının saçları ve ayak bilekleri görünüyor. Yani kadının adı var, sanı var kimliği ve bir varlığı var. Ve bu hali ile kadın üzerinde kayıtsız şartsız hakimiyet kurmadığı sürece kendini güvende hissetmeyen erkek egemen Suudi Arabistan düzenine karşı tehdit oluşturuyor. Suudi Arabistanda kadınlar araba kullanamıyor. Suudi Arabistanda yaşayan bir kadınsanız bir birey olarak yoksunuz. Kişisel ihtiyaçlarınız yok. Bir erkeğe kıyasla devletin gözünde değeriniz yok.

Böyle bir ortamda yaşayan kadının psikolojisini yasaların tüm vatandaşlara eşit uygulandığı bir ülkede yaşayan bir kadınınpsikolojisi ile kıyaslayalım. Hatta ben bir adım daha ileri gideceğim. Bu iki ülkedeki erkeklerin de psikolojisini kıyaslayalım. Hayat arkadaşının kendisine çok iyi bakabilen, hayatından ve kendinden memnun, erkeğin hayatına zenginlik katabilen, birlikte el ele hayatın zorluklarını göğüsleyebildikleri, zorunluluk değil karşılıklı arzuya dayalı bir ilişki içinde olması erkeklerin de yaşam kalitesini arttırmaz mı? Kadının sürekli ihlal edilen kişisel hakları dolayısı ile bir süre sonra ya öfke küpüne döndüğü, ya da kendisini iyice salıp yataktan çıkamadığı bir ev ortamı ne kadına, ne erkeğe ne de çocuklara faydalı.

Erkeğin ailenin geçiminden sorumlu tek kişi olmasının ağırlığı kadının maddi özgürlüğünün tehdit olarak algılanmasının bir sonucu. Kadın kendinden daha çok kazanan bir erkeğe ihtiyaç duyduğu sürece de bu düzen değişecek gibi gözükmüyor. Yani demek istediğim, her ilişki çift şeritli bir yol. Erkek kadının maddi özgürlüğünü tehdit olarak görüyor da… Kadın da ille de istiyor ki erkek kendisinden daha çok kazansın, bir adım önde olsun. Bu böyle bir kısır döngü. Kadını sorumsuz ve zayıf, ve erkeği de hegemonya kurmak isteyen bir zorba olarak etiketlemek çok kolay. Ama hiçbirimizin işine yaramaz.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da eğer değişim istiyorsak kendimizden başlamalıyız.Gandhi’nin en sevdiğim sözü: Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol. Başka bir deyişle, herkes kapısının önünü süpürse sokak tertemiz olacağı gibi, herkes kendi yaşam tarzını değiştirirse düzen de değişir.

Yazımın başında bahsettiğim “Psikolojiyi çevreden bağımsız ele alamayız” savına ters düşen bir şey söylemiş gibi göründüğümün farkındayım. Oysa bu bir döngü. Psikoloji döngüler içinde yer alır. Açayım: ortam bizi etkiler, biz ortamı etkileriz. Bu döngü ya bir kriz, ya da tepeden inme bir şey ile kırılır, ya da bizim değişimimiz ile. Tepeden inme olan değişimler genellikle kaş yaparken göz çıkarır ve direnç ile karşılaşır. Oysa biz değişimin kendisi olursak işler farklı ilerler. Bu sadece yaşadığımız ortam için değil, tüm ilişkilerimizde uygulayabileceğimiz bir yöntem. “Döngüyü” bir şekilde kırmanın sorumluluğu üstlenildiği anda yaşam kalitesi hızla artar.

Hassas konular bunlar, hepimizin bir yarasına değebilir. Bu sebeple, bu yazıda istemeden de olsa birilerini kıracak bir şey söylediysem kusura bakmayın. Amacım kendimi ifade etmek, ve değişim üzerine farkındalık yaratmak. Umarım keyifli bir okuma olmuştur.

Yaşam Tarzı

Kuramcıları okumayı çok severim. Ve en sevdiklerimden biri de Adler. Oku oku doyamam. O kadar kapsayıcı, o kadar insanca alanlara değinmiştir ki. Ve Kognitif Davranış Terapisinin gelişimine de büyük katkısı olan bir isimdir. Freud’dan ayrışma, ona karşı gelme cesaretini gösterebilmiştir. Ve Freud, asla kendisinden farklı bir düşünme biçimini tolere etmediği için Adler’in camiadan dışlanması için elinden geleni ardına koymamıştır. Ama Adler’in Bireysel Psikoloji kuramı o kadar akla yatkın ve işe yarardır ki takipçileri hızla artar.

Adler der ki; bireyi tek başına ele alıp, sadece içinde olup bitenlerden ibaret görürsek yanılgıya düşeriz. İçinde bulunduğu aile ve kültürel ortamı da işin içine katarak değerlendirmeliyiz. Freud sadece yaşamın ilk altı yılına odaklanırken Adler der ki; yaşamın ilk altı yılı kadar geri kalanı da önemlidir. Terapinin bir noktasında artık geçmişi bir yerde bırakıp geleceğe odaklanmak gerekir. Gelecek de şudur; iyi bir yaşam için yerine getirilmesi gereken yaşam ödevleri vardır. Bunlardan biri sosyal ilişkilerdir yani arkadaşlık. İkincisi yakın ilişkidir; yani aşk. Üçüncüsü de topluma katkıdır; yani meslek. Daha sonra bu üç göreve ek yapan kuramcılar olmuştur. Mesela Mosak&Driekurs (1967); kendini olduğu gibi kabul etme (özsaygıya denk geliyor), ve kişisel “değerler” gibi manevi boyutun da altını çizmişlerdir. Liste uzar gider elbette. Esas önemli olan kısmı (bana göre) kişiyi olduğu ortamdan izole etmeden, bir bütün olarak değerlendirme yaklaşımı, ve ikincisi de geçmişi bir yerde bırakıp artık geleceğe doğru ilerlemeyi ön plana alma önceliği.

Yaşam tarzı, aşağılık kompleksi gibi bugün herkesin bildiği kavramları da ilk Adler ortaya atmıştır. Başka bir çok teorisyenin kavramları eriyip giderken Adler o kadar insana dokunan, insanca ihtiyaçları merkeze alan, tepeden bakmak yerine uygulamada neler yapılabileceğine odaklanan bir kuram oluşturmuştur ki bugün hala kullanıyoruz.

En çok kullandığımız kavramlardan biri, yaşam tarzı. Benim de en çok üzerinde durduğum konu. Adler der ki; terapi yaşam tarzı değişikliğidir. Mesela kendini izole ederek yaşayan, arkadaşlık başlatmayan, nasıl sürdüreceğini bilmeyen, kendinden memnun olmayan bir insanın yaşam tarzı değiştiğindeki seçimleri çok farklı olacaktır. Yaşam kalitesi artacaktır. Adler yaşamsal görevlere odaklanma taraftarıdır. Zaten bana gelenler de genelde üstü örtülü olsa da bu yaşam görevlerinden biri ile ilgili meseleleri olduğu için gelirler. Çoğu zaman sorunun kendilerinde olduğuna inanmışlardır. Oysa sorun, çevreyle etkileşim halinde geliştirilmiş olan kök inançlardır. Yani kişinin özünde, değiştiremeyeceği bir aksaklık ya da arıza söz konusu değildir. Utangaç mizaç diye bir şey vardır. Ancak bu sosyal ilişkiler alanındaki ihtiyacın giderilmesinin önünde engel oluşturmaz. Bu noktada Adler’in kuramının en sevdiğim kısmına geliyoruz: daha utangaç olan bir insanın sadece daha çok cesaretlendirilmeye ihtiyacı vardır. Terapinin en temel unsurlarından biri de cesaretlendirmektir.

Bu yazıyı, bir sebeple cesareti kırılmış, bu sebeple içine kapanmış, kendini çaresiz hisseden ya da değişime inanmayanlar için yazdım. Umarım faydalı olmuştur.

Kafanın İçinde Yaşamak

Bir insan kafasının içinde yaşamaz ise nerede yaşar? Aklı nerede olur? Duygu durumu ne olur? Üretken olur diyeceğim ama bu uymuyor. Hatta tanıdığım bir çok yazar-çizer sürekli kafasının içinde yaşadığı için o derece üretebiliyor. Kendisini kapatıyor, okuyor okuyor, izliyor, kafasının içindeki hayal dünyasında kaybolup gidiyor ve ortaya keyifle okunası ürünler çıkıyor.

Bu ürünler sayesinde de kafasının içinde yaşıyor olmanın dezavantajı olabilecek yanlarını görmekte zorlanıyor. Kendi kafanın içinde yaşadığın zaman giderek yeniliklere kapanırsın. Kurduğun dünya güvenli kalen haline gelir. Diyeceksiniz ki üretken olduktan sonra ne fark eder? Ben de diyeceğim ki, bu şekilde kendini izole ederek inşa ettiğin bir dünyanın içinde uzun süre üretken kalamazsın. Er ya da geç tıkanırsın. Üretkenliğin bozulmasa bile sağlığın bozulmaya başlar. Yalnızlık, anlaşılmadığını hissetme gibi duyguların beklendik bir sonucudur zaten fiziksel sağlığın da bozulması. Ve genellikle bu kişiler anlaşılmıyor olmalarını kendilerinin üstün entelektüel düzeyine bağlarlar. Yargılayıcı yanları baskındır, öyle kolay kolay kimsenin birikimini beğenmezler. Tutundukları dal bu birikimleridir, bir yere ait olma, yakın ve eşit ilişki kurma, kendine iyi bakma gibi ihtiyaçların yerine etkileyici olmayı, hayranlık uyandırmayı koymuşlardır.

Oysa, “hayranlık uyandırmak” bir ihtiyaç değildir. Kendini gerçekleştirme, doğal yetenek ve eğilimlerin doğrultusunda başarılı olma, saygı görme gibi ihtiyaçlar giderildiğinde bir sonuç olarak kendiliğinden ortaya çıkabilir “hayranlık uyandırmak”. Ama zaten bu ihtiyaçları gideren insan başkalarının ondan ne kadar etkilenmiş olduğuyla ilgilenmez. Hatta, eğer bu hayranlık düzeyi aşırı beklentili bir hale dönüşmüşse rahatsız bile olabilir. Beslenme kaynağı alkışlanmak değil, kendi olabilmektir. Ve karşısındaki kişi tutunabilmek için idealize edebileceği bir dal arıyorsa bu görevi bu sebeple reddedecektir. Yani, idealize edildiği bir ilişkide kendi gibi davranamayacağını düşündüğü için kendini geri çekecektir.

Peki ya değişim? Değiştirmesi zor yanlardan biridir bu bahsettiğim. Çünkü beraberinde başarı ve alkış getirir. “Bilir kişi” olarak kapısı çalınır, insanlar saygı duyar. İlk adım bundan vaz geçebilmeyi göze almak. Yani teknik direktör olmayı bırakıp sahada eğlenen oyuncu haline gelmeyi seçmek. Yazının başındaki soruya döneceğim şimdi; kafanın içinde yaşamazsan nerede yaşarsın? Dünyada. O an olup bitenin içinde olabilirsin, tüm duyularınla. O anda canlı canlı hissedip objektif olarak değerlendirirsin, yargılamak yerine gözlem yapabilir, bardağın hem dolu hem boş tarafını görebilir ve en önemlisi de ürettiğin çözümleri insan ilişkilerini zedelemeden uygulayabilirsin.

İnsan İlişkileri

İki sene önce anlamadığım bir sebeple çöken ve bir daha da geri getiremediğim blogumdan sonra kendimi iyice sosyal medyaya verdim. Blog işini erteledim, elim de pek varmadı. Zaten sosyal medya işimi görüyor diye düşündüm. Ancak son zamanlarda anlatacaklarım iyice arttı. Kısa yazılınca yanlış anlaşılmaya daha müsait olan konular olduğunu fark ettim. Zaten sadece kendi yazılarımı değil beğendiğim yazarları da paylaşmak, ve uzun zamandır özlediğim akademik dili de işin içine katarak kendimi ifade etme ihtiyacımın peşine düşmek istedim.

Sabah uyandım, iki saat içinde blogu kurdum. İçine de daha önceki blogumdan yazılar eklerim, kolay dolar diye düşündüm. Ama önceki yazılarımı açmamla kapamam bir oldu. Yazım dilimden ve üslubumdan hiç hoşlanmadım. Hatta bazılarını sert ve buyurgan buldum. İki senede ne çok şey değişmiş.

Son zamanlarda yoğun olarak ilgi duyduğum bir alan var; Şiddetsiz İletişim. En özet haliyle diyor ki; siz ısrarla çözüm odaklı ve saygılı kalırsanız uyuşmazlıkları çok kolay çözülebilir hale getirirsiniz. Çözmekle kalmaz, mutlu olursunuz.

Yazarken basit, ama uygulamada elbet de çetrefilli. Çünkü sakin ve çözüm odaklı kalabilmenin ilk adımı kendini çok iyi tanımak. İhtiyaçlarını, zaaflarını, istediklerini, potansiyelini, doğal yetenek ve eğilimlerini çok iyi tanımak. Sonraki adım da kendi kendinin iyi ebeveyni olmak. Duygularını regüle edebilmek mesela. Bütün bunları yaparken de çevrenin nabzını tutabilmek. Neyi, nerede, ne zaman ve ne tonda söylemen gerektiği konusunda uzmanlaşmak. Başka bir deyişle insan ilişkileri alanında usta olmaya kendini adamak.

İşte bu blog, bunun üzerine olacak. İnsan ilişkileri… Ve elbette, insan ilişkilerinden en önemlisi olan “kendinle ilişki”üzerine. Çünkü, insanın kendisiyle kurduğu ilişki bir şekilde çevresiyle kurduğu ilişkiyi etkiler ve çevresiyle kurduğu bu ilişki de tekrar kendisini etkiler. Ve yaşam tarzı dediğimiz şey de bu tür döngülerin etkileşiminden ibarettir. Arkadaşlarla,aileyle,iş ve kariyer ile kurulan ilişkilerin döngüsünden yani. Değişim de bu döngüleri kırmakla mümkün.

Özetle, değişim mümkün. Hadi başlayalım.