Boyun Eğicilik Şeması

Diğer adıyla “sınır çizememek” .

Bu bir sistem sorunu. Ve evet, klişe ama gerçek, bu bir eğitim sistemi sorunu. Kabul görmek,sevgi almak,kendini psikolojik ya da fiziksel şiddetten koruyabilmek, ait hissetmek, değer görmek için boyun eğmek,idare etmek, kendi ihtiyaçlarını ya da duygularını dile getirmekten vaz geçmen gerektiği bir sistemin sorunu.

Kendini, ancak ve ancak gücü elinde bulunduran kişiyi idare edebildiğin ölçüde var edebildiğin bir sistemin sorunu.

Müdahele edilmesi gereken bu sisteme boyun eğerek ile uyum sağlamış kişiler değil, sistemin kendisi.

Bir ülkedeki sistem o ülkenin diline de işler. “Çocuk gibi azarlanmak” mesela… Çocuğu paylamak, saygısızca haklamak o kadar doğal bir şey ki bizim için. “Beni çocukmuşum gibi azarladı” diyoruz mesela birine gücendiğimiz zaman.  Çünkü çocuksan ve yapmaman gereken bir şey yaptıysan, güç hiyerarşisinde aşağıda olduğun için sana saygılı davranmak zorunda değildir karşındaki. Bunu o kadar doğal kabul etmişiz ki…

Bir eğitim sistemi hayal edin. Çalışkanlar ve tembeller kümesi var. Sıra dayağı var. Sınıfta bir kişi “yaramazlık” yaptığı zaman tüm sınıfın azarlanması,hakaret görmesi ya da sıra dayağına çekilmesi var.

“Eti senin kemiği benim!!” var yahu!!!! Çocuk bir kurbanlık koyun yani!!!  Ve düşünün bu sadece doğal değil, üstelik olması gereken, doğru olan. Çünkü kurbanlık koyun olursan bu sistemden sağ çıkabilirsin ancak ve ebeveynler bunu altı yaşından itibaren öğretmelisin çocuğa ki ileride hayatta kalabilsin diye inanmış.

Aynı sistem çoğu zaman evde de var. Annenin babanın sevgisi çocuk uslu olduğu, davranması gerektiği gibi davrandığı sürece var. Kız çocuğuysan zaten her an patlamak üzere olan tehlikeli bir bombasın, ergenliğe yaklaştığın andan itibaren artık evin diğer bireylerinin hizmetine koşması gereken bir objesin. Anne-babalar bunu sana öğretmezler ise evde kalmandan korkarlar. Evde kalan kadın demek ailenin itibarı iki paralık oldu demek.

Çok başarılı bir danışanımın çalıştığı şirketteki bir üst düzey yönetici çatışma yaşadıkları bir durumda;  “Siz evli değildiniz değil mi?” diye gülmüş pis pis sırıtarak.

Medeni bir ülkede yüzbinlerce lira tazminat öder bu şirket. Bu sistemde çalışan bir kadın olarak kendini var etmek ile, kadınlık ve insanlık haklarının yasalarla korunduğu ülkede çalışmak arasında “stres yönetimi becerileri” kıyaslanamaz bile. Böyle bir kişi bana “stresi yönetemiyorum” diye geldiği zaman önce bunu değerlendiriyorum; ortada gündelik hayatın akışında olabilecek olağan bir stres faktörü mü var, yoksa hakların açıkça ihlal ediliyor, taciz ediliyorsun, sömürülüyorsun ve bünyen haklı olarak buna doğal bir tepki mi veriyor?

Şu  “Z” kuşağı ile ilgili çok soru alıyorum. “Biz bunlarla nasıl baş edeceğiz, her şeyi hakları görüyorlar, hemen yükselmek istiyorlar, hemen zam istiyorlar, parayı soruyorlar” diye. Daha bu cumartesi günkü eğitimde konuştuk. Benim buna cevabım şu; doğru olanı onlar yapıyor.

Ve çok da iyi yapıyorlar. “Benim bir hayatım var, mesaiye kalamam” diyorlarmış. Ne zaman yükseleceğim? diye soruyorlarmış… Eğer istedikleri gibi bir imkan sağlanmaz ise, ya da birazcık daha iyi bir koşul bulurlarsa hiç korkmadan iş değiştiriyorlarmış. Şirketler ellerinde eleman tutmak istiyorlarsa bu taleplere uyum sağlamak zorunda mı kalacaklarmış yani şimdi tüh tüh!!!

Yıllar önce çalıştığım bir şirket şöyle bir sömürü stratejisi bulmuştu; gelen elemenalara ya üç yıllık bir sözleşme imzalatıyor ve eğer üç yıldan önce işten çıkarlarsa “verdikleri eğitim” karşılığı 30 bin TL tazminat talep ediyor, ya da bu sözleşmeyi imzalamazlarsa sigorta yapmıyordu. Ben bir ay içinde bu saçmalığa dayanamayıp ayrılmıştım. Patron öfke nöbeti geçirmişti. Yaptığı şeyin aslında emek sömürüsü olduğunu bir türlü kabul etmiyordu. O şirkete ne mi oldu? Foyaları meydana çıktı ve bunu yapan yöneticiler ciddi şekilde yargılandılar. Neyse ki bazen adalet yerini buluyor.

En çok aldığım sorulardan biri de şu; umut var mı? Vallaha bunları duyunca var diyorum ben de.

 

Her zaman diyorum, umudum ’90 ve sonrası doğumlular diye. Küreselleşme bir şekilde işe yaradı, bir şekilde ülkenin “boyun eğicilik şeması” sistemini dengeleyen bir etki yaptı galiba.

Sabancı Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Yüksek Lisansı yapmak hayatımda verdiğim en doğru karardı. Bu eğitimi almasaydım bugün klinik psikolojiye indirgemeci yaklaşabilirdim. Gelen danışanlarıma farkında olmadan sanki her şey onların suçuymuş gibi davranabilirdim. Oysa insan içinde bulunduğu ortamdan bağımsız değerlendirilemez. Zeitgeist (zamanın ruhu) denen bir şey var ve bu ruh, istesek de istemesek de hepimizin birden içine işliyor bir yerde.

Diyeceğim o ki, yalnız değilsiniz.

Ve yine diyeceğim o ki, daha iyisini hak ediyorsunuz. ’90’lılardan ilham alabilirsiniz 🙂

Sevgiyle kalın…

 

 

 

Mecburdum… Mu?

Bu yazıyı mecbur olduğu için oy kullanamayanlara adıyorum.

 

İnkar… kaçınma…. Yok sayma… Bahane bulma…

İnsanın başına ne gelirse hakikati yok saymaktan gelir.

“Elimde değil…”

Bir hocam bu bahaneye şu şekilde yaklaşmamızı önermişti;

“Peki, bu nasıl bir elinde olmama? Bir erkeğin çocuk doğuramaması gibi bir elinde olmama mı?”

Bu kognitif bir müdaheledir. Kişi “elbette, öyle değil” diyecek, belki biraz bozulacaktır.

Zaten kognitif davranış terapisinin en çok eleştiri alan yanı da danışanların kendileri ile empati kurulmadığını hissedebiliyor olmalarıdır.

Bu durumda imdadımıza Carl Rogers yetişir. Hümanist yaklaşım; insan ihtiyacı odaklı olmakla birlikte en çok eleştiri aldığı yan ancak Carl Rogers’ın şahsı tarafından uygulandığı zaman tam anlamını bulabilecek olmasıdır. Montessori ile ilgili de aynı yorum yapılır. Bir yaklaşım o modeli bulan kişinin adı ile anılıyorsa büyük ihtimalle onun tarafından uygulandığı zaman bir anlamı olacak  yoksa esas etkisi kaybolacaktır diyenler vardır. Katılmamak elde değil.

Şema terapiyi bu yüzden seviyorum. Yeni bir şey icat etmeden, her yaklaşımın  en çok işe yarayan yanlarını anlamlı bir şekilde entegre ediyor. Baş etme mekanizmaları da var, yüzleştirme de, terapi ilişkisi de.

Gelelim yazının başında bahsettiğim “mecburdum” meselesine.

Mecburdun da sen bunu yapmasaydın biri mi ölecekti?  Sen mi ölecektin? Birilerinin tüm geleceği mi kararacaktı?

Çoğu zaman cevap “hayır”. Ancak “mecburdum” yaptığın seçimin sorumluluğunu üzerinden atabilmek için çok kestirme ve kolay bir yol. Kısa vadede için rahat edebilir. Ama beyninin içten içe bu riyakarlıktan haberi vardır. Bu tutarsızlık farkında olsan da olmasan da seni içten içe yer. Belki sigara içersin, Belki kendini uyuşturmak için başka yollar ararsın. Ama bu çelişki er ya da geç kendisini ya fibromiyalji,ya irritabl bağırsak sendromu, ya ülser, ya migren ya da kanser olarak kendini gösterir. Alice Miller’ın dediği gibi “Beden asla yalan söylemez”.

Kendine karşı dürüst olmaz isen beyin bunun hesabını senden er ya geç sorar.

 

Sevgi Kelebekleri

Aşağılayıcı bir terim aslında değil mi? Hayatın gerçeklerini inkar ederek yaşayan, hayatın gerçeklerinin farkında olmayan saf insanlar için kullandığımız bir deyim. Kimdir bu sevgi kelebekleri?

Bir kere erkek olduğun zaman otomatikman yırtıyorsun; kelebek deyince insanın aklına otomatikman dişil bir figür geliyor çünkü. Bu yüzden erkekler “önemli olan sevgi, sevgi olduktan sonra her şey halledilir” gibisinden konuştukları zaman, hele ki biraz da başarılılarsa, “işte her yönden aşmış bir adam, hırsına yenik düşmemiş” gibisinden hayranlık geri bildirimleri almaları muhtemel.

Peki aynı şeyi bir kadın yaptığında?

Eğer koşulsuz sevginin ne olduğunu bilmeden büyüdüyseniz yetişkinliğinizde “sevgi olduktan sonra her şey bir şekilde halledilir” diyen insanları saf bulup yargılayabilirsiniz.

Daha da derine inersek, koşulsuz sevginin ne olduğunu bilmiyorsanız, tıpkı hayatında kırmızı rengi hiç görmemiş birinin kırmızıyı gördüğünde anlamlandıramayıp tanıyamaması gibi, siz de hakiki sevgiyle karşılaştığınızda anlamlandıramaz, neye uğradığınızı şaşırır ve bir türlü bu sevginin gerçek olduğuna inanamazsınız.

Hakiki sevgi diyorum, koşulsuz değil. Çünkü Alice Miller’ın “Yetenekli Çocuğun Dramı” isimli çok sevdiğim, hatta belki psikolojide en sevdiğim kitap olan eserinde yazdığı üzere;

Koşulsuz sevgi yalnızca çocuklukta ebeveynin tarafından sana verilebilecek olan, zaten sadece çocuklukta ihtiyacının olduğu, ve ebeveynin tarafından alamadıysan da bir daha alamayacağın, ancak alamadığın zaman da boş yere bir ömür aradığın, kaçtığı zaman kaçmış olan bir trendir. Koşulsuz sevgi treni çocuklukta kaçtığı zaman içinizde bir ömür bir türlü ne olduğunu anlayamadığınız bir boşluk, bir yas ve üzüntü hissi olur. Karşınıza çıkan romantik partnerlerden ya aşırı beklentili ve talepkar olursunuz ya da hep mesafeli ve gerektiğinde bile destek istemeyen bir yapıda.

Çözüm? Alice Miller der ki; bu trenin kaçmış olduğu gerçeğini kabullen. Koşulsuz sevgi alamadığın çocukluk, aslında çok güzel geçebilecekken annenin-babanın depresyonu,geçimsizliği,hastalık,ya da başka türlü sıkıntıları sebebiyle kaybolmuş yıllardır, ve bu kaybolan yılların yasını tutmadan geleceğine hafif yürüyemezsin. Sırtında hep bu kaçmış trenin öfkesini taşır, her ilişkinde bu treni yakalamayı ümid edersin. Ve kendi elinle şimdiki yıllarını da kaybedersin. 

Önemli bir parantez açmak isterim; koşulsuz sevgi alamadığını kabullenmek çok ama çok zordur. “Ebeveynlerim beni sevmedi” demek gibi bir şeydir bu, ve bunu yüksek sesle söylemek çoğu danışanımın yapamadığı bir şeydir. Aslında ebeveyninin seni sevdiği, ama ancak onun istediği gibi bir çocuk olunca sevdiği gerçeğini kabullenmek, sonra da ebeveynini “daha iyisini bilmediği için öyle yaptığı” için affedebilmek yıllar sürer. Ebeveynler kendilerinde olmayan bir şeyi çocuklarına veremezler. Ve koşulsuzca sevme becerisi koşulsuzca sevile sevile öğrenilen bir şeydir.  Koşulsuzca sevdiler, ama koşulsuz kabul görmedim evet” der bir çok danışanım. Sanki ikisi çok farklıymış gibi… Bununla yüzlemek çok zor ve serttir, çoğu zaman danışanda öfke tepkisine bile yol açar. Ancak yukarıda da yazdığım üzere, bu gerçeği kabullenmedikçe iyileşme olmaz.

Kendi çocukluğunda koşulsuzca sevilmemiş bir ebeveyn, bunun farkında olup yardım almadığı sürece aynı döngüyü kendi çocuğu ile de sürdürecek, hatta büyük ihtimalle çok iyi ebeveynlik ettiğini iddia edecektir. “Ailem sınıfta kaldığımda beni bir yıl eve kapatmasaydı,dövmeseydi,baskılamasaydı ben serseri olurdum,okulu bitiremezdim vb…” gibi cümleleri çok sık duyarım. Koşulsuz sevgi ile çocuğa rehberlik etmenin nasıl bir şey olduğunu hiç deneyimlemediği için, koşulsuz sevgiyi “öyle şeyler Norveç gibi fantastik ülkelerde olur, ütopik şeyler söylüyorsunuz” derler. Oysa, yanı başımdaki küçük kasaba ve köylerde koşulsuz sevgiyi verebilen anneler, öğretmenler görmüşümdür.  Vahşi rekabetçi kent hayatının da bu becerimizi öldürdüğünü düşündüğümü not olarak düşmek isterim.

Evet, dışarıdan gelecek koşulsuz sevgiye bir yetişkinin ihtiyacı yoktur. Olsa kimse hayır demez, o ayrı. Ama ihtiyacı yoktur. Bir yetişkinin en önemli özelliği kendine bakabilmesidir. Yetişkinlerin dünyasında her şey karşılıklıdır ve öyle de olmalıdır. Bu çetele tutmayı gerektirmez. Ama sınırlar vardır. Herkes sınırları dahilinde, yakınlık ilişkisi çerçevesinde bir şeyler bekler, yapar. Ve hiç kimse ama hiç kimse sonsuza dek bir başkasını hiç bir şey beklemeden sırtında taşımaz. Ancak doya doya koşulsuzca sevilmediyseniz bu size zalimce, vahşice ya da çıkarcılık gibi gelir. Oysa değildir. Herkesin kendine iyi bakabildiği yetişkinler dünyasında kimse kimseye yük olmadan, el ele destek olarak keyifli ve güçlü bir bağ içinde yaşamaktır kaliteli hayat.

Haftasonundan önce biraz ağır kaçtı sanki… Ama içimden bu geldi. Umarım sevmişsinizdir. Sevdiyseniz sorun yok 🙂

Sevgiyle kalın…

Konfor Alanı ve Bahane

Konfor alanı…. Alışkın olduğun zihninin, beyin kimyanın kendisini dengede hissettiği durum. Homeostosis de denir. Herkesin kendini dengede hissettiği bir kimya denklemi vardır. Eğer çocukluktan beri sürekli hayatta kalma modundaydıysanız, ya da yalnız, ya da istismara uramış, kimyanız da yıllar boyu bedeninizin maruz kaldığı çeşitli hormon ve nörotransmitter dengesine göre bir sisteme oturur. Ve yetişkinlikte de kişi aynı biyolojik dengeyi sürdürecek şekilde hayatını sürdür. Bu biyolojik açıklama.

Şema terapide buna şemaların kendini yaşatma ilkesi deriz. Başka terapi ekolleri de kendi jargonları ile bu olguyu isimlendirirler… Ama işin derinine inen her ekol çocukluktaki yaşantıların yetişkinlikte de sürdürülmesi eğilimini kabul eder.

Buna konfor alanı da diyebiliriz. Hali hazırda bir efor sarfetmeni gerektirmeyecek olan durum. Otomatik beynimizle rahat rahat idare edebildiğimiz durum. Selçuk Şirin bu haftaki bir makalesinde bu olguyu çok güzel açıklamış:

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/selcuk-sirin/referandum-sonucunu-belirleyecek-hesap-40415099

Bazen gündelik dilde bunu “aklım bir şey istiyor, kalbim başka bir şey” diye de kullanırız. Dediğimiz şey; kendim için iyi olanla kendime zarar verecek olanın farkındayım ancak nedense kendim için iyi olanı değil, zararlı olanı seçesim var. Şema terapi dilinde “şemalarıma yenik düştüm” deriz buna.

Bir yanda istikrarlı,sakin,birlikte bir bina inşa eder gibi bir hayat inşa edebileceğiniz bir ilişki varken canınız bir roller coaster gibi inişli çıkışlı olan ilişkiye yönelmek istiyor, diğerini sıkıcı, hatta “ot gibi” buluyorsanız, muhtemelen terk edilme/istikrarsızlık şeması söz konusudur.

Konfor alanı da sürekli “kalbini” dinlemektir. En sık kullanılan bahaneler;

1.Ben böyle mutlu oluyorum

(oysa mutluluk uzun vadedeki amaçların ulaşılmasının toplamıdır, anlık bir şey değil)

2.Şu an hazır değilim

(ne zaman hazır olacaksın? sorusunun cevabı çoğu zaman yoktur, kişi bu soru karşısında öfkelenir, ağlamaya başlar ya da fiziksel olarak hastalanır)

3.Başka seçeneğim yok

(aynı durumda olan ve yapan nasıl yapıyor? diye örnek verdiğinizde öfke,”ama onlar…” diye başlayan cümlelerle gerekçelendirme…)

4.Para yok

(yürümek,evde mekik çekmek,nefes egzersizi yapmak,arkadaşını eve çaya çağırmak,yazmak,bir parkta oturup çiçekleri izleyerek mindfulness çalışması yapmak bedava dediğinde “öyle olmuyor işte!!!” diye karşı çıkma…)

5.Elimde değil

(peki bu nasıl bir elinde olmama durumu?bir erkeğin ne kadar isterse istesin çocuk doğuramaması gibi mi bir elinde olmama durumu?yoksa sadece çok mu zor geliyor? dediğinde yani o kadar değil tabii ama, deyip burun kıvırma durumu)

Ve daha niceleri… Bu yazıyı bahanelerine sıkı sıkıya yapışanlar için yazmadım. Çünkü onlar bu yazıyı zaten okumazlar. Onlar ya her şeyi zaten çok iyi biliyorlardır, ya böyle şeylere inanmazlar, ya da bu şekilde onları gerçeklerle yüzleştiren kişilere karşı aşırı öfke duyarlar. Bu yazıyı okuyanlar ya kendi konfor alanlarından çıkmaya karar vermiş, bir şekilde konuyla ilgili farkındalığı olan kişilerdir diye tahmin ediyorum.

Öncelikle zaman ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Size bir önerim olacak. Madem bu çetrefilli ve aynı zamanda keyifli ylculuğa çıkmaya karar verdiniz, yanınıza bu yolculuktan keyif alacak insanları almaya çalışın. Farkındalığı yüksek, gelişmesi gereken alanların farkında olan, bahane üretmeyen, elinden geleni KENDİNİ DÖVMEDEN yapan birileri ile bu yolculuğunuz çok daha keyifli olacaktır. Bu yolculuğun verimli,keyifli ve zengin geçmesinin anahtarı;

“ŞEFKATLE,YARGILAYIP ETİKETLEMEDEN,ELİNDEN GELENİN EN İYİSİNİ YAPARAK”

Hayatı bahaneler üzerine kurulu insanlar ise sizi aşağı çeker. Bir gün onlar da elbet fark edeceklerdir, bir kriz bir şekilde er ya da geç zorlayacaktır sorgulamaya. Yargılamayın. Henüz orada değillerdir sadece… Ancak sizi aşağı çekmelerine, bu güzel yolculuktan alıkoyup durağan bahaneler köyüne yerleşme konusunda ikna etmelerine de izin vermeyin. O yol daha kolay gelebilir. O yolda olduğunuzu nereden anlarsınız? Buluşmalarınız karşılıklı yakınma, şikayet, başkalarını suçlama,başkaları hakkında konuşma dedikodu yapma,ne kadar mağdur,haklı ya da süper olduğunuzla ilgili karşılıklı alkış ve şişinme seanslarına dönüşüyorsa bilin ki kırmızı alarm.

Bu yazıyı çok severek yazdım. Umarım siz de severek okumuş ve yararlanmışsınızdır.

Sevgiler…

 

Tüylü Tırtıl Travması

Gecenin bu vaktinde uykumun kaçıp da üzerine blog yazısı yazmama vesile olan travma. Şimdi tam mevsimi. Bilen bilir. Çam kesesi tırtılı da denirmiş. Bu hafta kızımın okulunda türemiş, dokunulmadıkça bir zararı olmazmış. Ama dokunursanız vay halinize.

Şimdi dört  beş yaşlarında bir çocuk olduğunuzu hayal edin. Bir bakıcınız var sizi parka götürüyor ve bir şekilde bu tırtıllardan biri içinize giriyor. Bütün gün sırtım kaşınıyor diyorsunuz ama bakıcı ciddiye almıyor. Gel bakayım sırtına bile demiyor. Gel oje süreyim sana falan diyor. Çünkü çocuk ciddiye alınmaz. Sonra siz akşama kadar içinizde bu tırtıl ile nefes yollarınız tıkanana kadar geziyorsunuz. Akşam anne gelince t-shirt’ü çıkarıp fark ediyor.

Başka bir ciddiye alınmama durumu daha anlatayım. Çocuksunuz, ateşlendiniz ve başınız ağrıyor. Bakıcı kadın sizi sürekli azarlıyor “çocukların başı ağrımaz” diye (bu seferki başka), sonra ortaya çıkıyor ki menenjit olmuşsunuz, bir hafta sonra hastaneye gitseniz belki kalıcı bir sakatlığınız olacak.

Ve evet, bu şekilde ciddiye alınmadığı için, “çocuk o geçer” zihniyetinde olunduğu için kaç çocuk sadece ihmal yüzünden kalıcı bir zarar gördü kim bilir… Ben kıyısından döndüm kaç kere. Paranoyak bir annem olduğu için. Menenjit olmama rağmen, griptir geçer diyen doktorları dinlemeyip hastane hastane “çocuğum başım ağrıyor diyor” diye gezebildiği için.

Çocuklarınızı dinleyin ve ciddiye alın ve onları ciddiye alan bakıcılarla bırakın. Bunu bir klinik psikolog olarak değil, zamanında bunları yaşamış bir çocuk olarak söylüyorum. Bir çocuk bir şey yapıyorsa, söylüyorsa mutlaka bir ihtiyacı vardır.

 

Bipolar

Bipolar bozukluk genetik ve tıbbi nedenlerle ortaya çıkan, depresyon ya da mani dönemi olarak adlandırılan duygudurum dalgalanmalarına sebep olan, bu dalgalanmaların yaşam boyu devam ettiği psikiyatrik bir bozukluktur. Her hastada depresyon ve mani dönemleri farklı sıralarda ve yoğunlukta gelişebilir. Hastalığın yoğunluk ve şiddetine göre bipolar bozukluk çeşitli alt gruplara ayrılmaktadır. Bipolar 1 mani dönemlerinin oldukça belirgin olduğu alt tip iken, Bipolar 2 ise depresif dönemlerin oldukça belirgin olduğu alt tipleridir.

Mani dönemi ani başlayan, aşırı keyifli olma, enerjik olma, kendine güven artışı, uykusuzluk, düşünce ve konuşma hızlanması, girişimcilikte artış, kontrolsüz davranışlar, aşırı para harcama ve diğer keyif verici etkinliklerde aşırı ve kontrolsüz artışın olduğu, günler, haftalar bazen de aylarca süren bir dönemdir. Hastanın ona bu durumun yanlışlığını anlatan yakınlarıyla arası bozulur, öfkelenir. Daha sonra üzüleceği davranışlarda bulunur ve kararlar alabilir. Bunları yaşarken çoğu kez bunun bir hastalık olduğunu fark etmez, kabul etmez. Şiddetli tablolarda hastaneye yatarak tedavi etmek gerekir.

Depresyon dönemi ise mani döneminin tersine kişinin yoğun üzüntü ve mutsuzluk hissettiği, enerjisinin, motivasyonunun, yaşama karşı isteğinin azaldığı, uykuda ve iştahta belirgin bozulmaların olduğu, karamsarlık ve umutsuzluk yaşadığı, unutkanlık, halsizlik halinin kişinin günlük yaşamını sürdürmesini engellediği, kişiye acı veren bir yaşamdan çekilme durumudur. İntihar düşünceleri ve girişimleri de depresyon döneminin önemli bir parçasıdır.

Başlangıç sıklıkla 15-35 yaş aralığında olur. Depresyon dönemi ile başlama sıktır. Böyle başladığında kolaylıkla tanınamaz, mani dönemi yaşandığında daha kolay tanınabilir. Doğru tanı konana kadar uzun süre geçebilir. Kişilerin eğitim, meslek ve aile yaşantıları tedavisiz dönemlerden olumsuz etkilenir. Hastalığın alevli dönemi yatıştığında kişiler normal yaşamlarına devam edebilir ama duygudurum dalgalanmaları devam edebilir ve ilerleyen zamanda hastalık dönemleri tekrar eder. Bu nedenle bipolar bozuklukta bu dönemleri durdurmak için koruma tedavisi kullanmak gerekir. Bu hastalık dönemlerinin çoğunlukla yaşam boyu sürdüğünü unutmamak ve bu hastalarda düzenli takibi kaçırmamak gerekir.

Bipolar bozuklukta hastalığın mani ve depresyon dönemlerinde bu dönemleri yatıştırmaya yönelik tedaviler verilir. Koruma tedavisinde ise hastalığın tekrar etmesini engelleyici, duygudurum dengeleyici ilaçlar kullanılır. Bu ilaçlar bazı kişilerde belirgin yan etkiler yaratabilir ve kişi bu yan etkilerle de mücadele etmek zorunda kalabilir. Bu nedenle uzun soluklu tedavide uygun, etkili ve yan etki yaratmayacak ilaçları bulmak önemli. İlaç tedavisinin yanında psikoterapi, ailelerin de katılacağı psikoeğitim, destek grupları önemli yararlar sağlar.

Bipolar bozukluk hastalığının toplumda yeterince tanımadığını söyleyebiliriz. Toplumda hastalara karşı olumsuz bir yargı var olmaya devam etmektedir. Oysa bipolar tanısı almış kişiler uzun sağlıklı dönemler de yaşar. İyi bir tedavi ile mesleki ve sosyal açıdan başarılı olabilirler. Umutsuzluğa kapılmamak, hastalığı önce yakınları ile paylaşmak, bipolar tanısı alan kişiye destek olmak gereklidir. Bipolar hastalar çok yaratıcı ve üretken olabilirler. Yeter ki görmezden gelmeyelim

Psikiyatrist Filiz Şükrü

Yürek

 

En sevdiğim kişilik kuramcısı Alfred Adler’den alıntılarla başlayalım;

“Normal olan yegane kişiler çok iyi tanımadıklarınızdır” (“The only normal people are the ones you don’t know very well.” )

Kimsenin çocukluğu mükemmel olmadığı için herkesin şemaları vardır diye de yorumlayabiliriz bunu. İnsanları normal-anormal,hasta-sağlıklı,kendi baş edebilen-edemeyen olarak ikili kategorilerle etiketlemenin yıkıcılığını ilk vurgulayan kuramcılardandır.

Hepimiz insanız ve insan olmanın doğasında yetersiz hissetmek var demiştir Adler. Kompleksli olmak sorun değil, sorun bu kompleksler ile baş etmekte kullandığın yöntemler. Kendi kompleksleirni örtmek için birilerini eziyor da olabilirsin, birilerine faydalı olmaya çalışıyor da olabilirsin, kimseyi umursamadan sadece başarı ile tatmin oluyor, ya da kendini hiçe sayıp başkalarının ihtiyaçları için yaşıyor da olabilirsin…

Tüm bunların karışımı da olabilir. “Sorun” dediğimiz şey nerede başlıyor o zaman? İlişkilerde, üretkenlikte,özbakımda kişinin kendisine ya da çevresine yıkıcı zararlar veriyor olduğu noktada ortaya çıkıyor. İlişkiler kaotik olabiliyor mesela. “Her evde olabilen” kavgalardan,tatsızlıklardan bahsetmiyorum. Sinir krizlerinden,şiddetten,kırılan sehpalardan,moraran bedenlerden, komşu şikayetleri yüzünden eve gelen polislerden ama en önemlisi ve en yıkıcısı olarak bunları “olur her ailede böyle şeyler” olarak görmekten bahsediyorum.

Eğer şemalarla kaçınarak baş edilmesi söz konusu ise tüm bunlar olmaz. Soğuk bir ev ortamı vardır.

İNSANLAR BÖYLE EVLERDE BİRBİRİYLE “GEÇİNMEZ,SEVMEZ” BİRBİRİNİ “İDARE EDER,TAHAMMÜL EDER”….

Ve böyle evlerde büyüyen çocuklara yetişkinliklerinde çocukluklarını sorduğunuzda “iyi bir çocukluk geçirdim” derler. Ama içlerinde anlamlandıramadıkları bir boşluk olur. İnsanlarla yakınlaşmak, ilişkilere emek vermek ya yük gibi gelir ya da sürekli alttan alan,veren taraf olurlar. Ya da ilgiyi hep karşı taraftan beklerler ve birileri başlatıp ısrar etmediği sürece de incinmemek adına, tedbir olsun diye ilişkiye giremezler.

Oysa Adler’in dediği gibi;

“Hayattaki en büyük tehlike çok fazla tedbir alarak yaşamaktır”  (The chief danger in life is that you may take too many precautions.)

O kadar seviyorum ki bu sözü. “Hayat, sen tedbirler alırken kaçan fırsatlardır” diye düşünürüm hep. Tedbirli olduğum için kaçırdığım fırsatları düşünüp dövünürüm bazen. Çevremdeki dostlarımın tedbirleri yüzünden kaçırdıkları fırsatları, harcadıkları yetenekleri de düşünüp üzülürüm. Oysa çoğu zaman kaybedilecek şey rahatının bozulmasıdır.

Rahatını koruyabilmek için yaşayabilirsin, ya da kendin olarak yaşabilirsin. Bir tekneye atlayıp karı koca beş yıl dünyayı gezenler var, ufak birikimleriyle. Bana gelen danışanlardan genç yaşlarında istifa edip az birikimleriyle iki yıl gezen sonra dönüp tekrar çalışmaya başlayanlar var… Yurt dışında takip ettiğim bloggerlar var, her şeylerini satıp bir yere yerleşen. Ve kendi arkadaşlarım var Bodrum’da mesela. Çok küçük paralarla yaşayarak. Ama öyle “çılgın” hayat falan değil. Dibine kadar yaşayarak, altıda kalkıp günün tadını gerçekten çıkararak.

Karar alırken kumanda merkezinde korku varsa kırk yaşına geldiğinde elinde avucunda olan şey o korkuyu zaptetmek için yaptığın hapishaneden ibaret oluyor.

Kumanda merkezinde olması gereken “sağduyu”… Evet, cesaret değil, sağ duyu. Bu yüzden bu işin formülü yok. Konfor alanından çıkmaya hazır olmadığın bir duygu durumunda olabilirsin mesela. Ya da doğal yetenek ve eğilimlerin dolayısıyla beş yıl ara vermek sana uygun olmayabilir. Bir başkası için mucizeler yaratan bir tarz senin felaketin olabilir. Bu yüzden zor bu işler. Çünkü her zaman dediğim gibi, insan zihni evren gibi bir şey, kimse daha çözmüş ya da formüle oturtmuş değil. Herkesin kendi özel yolculuğu söz konusu, doğru yanlış çoğu zaman kişiden kişiye değişiyor. Bir danışan için doğru olan bir öneri başka biri için yıkıcı olabiliyor. Bu yüzden “şunu yapın bunu yapın” gibi kesin yargılar içeren her derde deva “tavsiyeler” bir işe yaramıyor.

Adler’in en sevdiğim sözü ile yazımı bitirmek istiyorum. Umarım faydalı olmuştur;

“YÜREĞİNİZİN GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİDİN AMA GİDERKEN YANINIZA BEYNİNİZİ DE ALIN.”  (“Follow your heart but take your brain with you.”)

Sevgiler…

 

 

 

Pazartesi Sendromu

Kendine anlamlı gelen bir iş yapmak…

Ortaokuldan beri tek derdimdi. Bunu ne zaman dile getirsem etrafımdan aldığım tepki “biz seviyor muyuz da çalışıyoruz, çalışmaya mecburuz…” gibi birbirine benzeyen söylemlerdi.

Bugün bu “mecbur olma” kavramı üzerinde durmak istiyorum. Mecbur olmak ve mecbur hissetmek arasındaki farkı konuşmak istiyorum.

Yıllar önce bir arkadaşım eşim Selçuk Erdem için şöyle bir yorum yapmıştı; Selçuk başarılı çünkü bencil. Annesinin babasının ne hissedeceğini düşünmeden kendi istediği şeyin peşinden koşmuş.Ben bunu yapamıyorum,bencil olamıyorum.O yüzden (sanatta) başarılı olamıyorum…”

İnsanın kendini aklama kapasitesinin ne kadar geniş olduğunu o gün anlamıştım. Ve bir şey daha anlamıştım; kendi hayatının sorumluluğunu, yaptığın seçimlerin doğurabileceği sonuçları göğüsleme cesaretini toplayabildiğin ölçüde özgürsün.

Danışanlarım kadar çevremdeki arkadaşlarımın da en temel konularından biri bu “sevdiğin işi yapmak”. Kafe açma,bar açma,butik açma,butik pastacılık yapma,Kaş’a, Bodrum’a yerleşme hayalleri… Çoğu zaman ertelenen… Ben bir çok durumda danışanlarımı gerçeklerle yüzleşmeye davet ederim.

“Bu istediğini gerçekten istiyor musun, yoksa esas derdin hali hazırdaki sıkıntılarından kaçmak mı? Mesela insanlarla baş etmekte zorlanıyorsun ve bundan bir kaçış olarak mı kafecilik-pastacılık yapmak istiyorsun? Senin tutkun, anlamlı bulduğun, damarlarında dolaştığını hissettiğin ilgi alanın gerçekten kafecilik mi? Yoksa hayatında baş edemediğin sorunlardan kaçabilmek için aklına ilk gelen kurtuluşa mı yapıştın?”

Bu gerçekle yüzleşmek bazen aylar alır.

ÇÜNKÜ İNSAN ZİHNİ GELECEKTEKİ OLASI MUTLULUK HAYALİNİ BUGÜNÜNÜN MUTSUZLUĞUNA AĞRI KESİCİ YAPMAYA MEYİLLİDİR.

Bu tuzağa düşmemeyi öğrendiğin anda işler birden kolaylaşır.

Kaş’a yerleşemiyorsun çünkü şirketinin sağladığı güvenlik duygusu,düzenli maaş,araba,sağlık sigortası,tazminat vb. daha önemli senin için. Bu güvenliği bırakamıyorsun. Sürünmekten korkuyorsun. Ve evet sürünmek bir olasılık gerçekten.

İki şey yapabilirsin; bu güvenliğin tadını çıkarabilirsin mesela. Beş yıl ve daha fazla tecrübesi olanların senede bir buçuk iki aya yakın tatilleri oluyor bayramlarla birlikte. Çalışmadan maaş aldığın bu zamanların tadını çıkar mesela. Sadık bir çalışan ol, ve yıllar sonunda işten çıkarılsan bile alacağın tazminatla ortada kalmayacağını bilmenin güveni içinde hayatın diğer alanlarında stressiz bir şekilde zevklerine yönel.

Ya da sürünmeyi umursamamayı öğret kendine. Siyah beyaz düşünceden kurtularak daha kolay olur bunu yapmak. Dışardan sigortanı ödeyip geleceğin için yatırım yapabilir, bir yandan da en minimal şekilde yaşama hazırlıklarına şimdiden başlayabilirsin. Daha küçük bir eve taşınıp, olabilecek en az eşya ile yaşayıp,hiç bir şeyi atmadan dönüştürerek yaşayabilirsin. Tatillerde yurt dışı seyahatleri,her fırsatta uçağa atlayıp bir yere kaçmak yerine olduğun yerde kafanı tatile yollamayı kendine öğretebilirsin. Çünkü kendi işini yapmaya başladığın anda hayatına girecek bir kavram olacak;

“Belirsizlik”

Kendi sevdiği işi yapanların dünyasında her şey her zaman belirsiz. Bugün var, yarın yok… Kimileri için bu bir motivasyon kaynağı bile olabilir. Çocukluğundan itibaren krizle yaşamaya alışmış kişiler için belirsizlik bir yaşam tarzı haline dönüşmüş olabilir. Bazen de tam tersi olur; çocukluktan beri belirsizlik ve kriz deneyimlendiyse belirsizliğe en ufak bir tahammül bile gösterilemez.

Durum ne olursa olsun, dönüp dolaşıp bağlanılacak yer şurası; halinden sürekli şikayet ederek, istediğin hayatı yaşayabileceğin günlerin hayalini kurarak, öğle yemeklerinde patronu ya da diğer çalışanları çekiştirerek bir ömür geçmez. Bu yazının olmasını umduğum en büyük faydası şu;

Memnuniyetsizliğinin,mutsuzluğunun sorumluluğunu başkalarına, dış dünyaya attığın müddetçe kaliteli yaşam, kalıcı iyilik hali sana uzak. Etraf bir ömrünü sadece kayınvalidesini,annesini babasını şikayet ederek geçirmiş, kendini kurban ilan etmiş, ve çocuklarını sürekli aynı “çektiği çileler” ile boğan insanlarla dolu…

Bu tuzağa düşmeyin, “kurban” olmak sizi sorumluluktan kurtarır ama aynı ölçüde yaşamınızın kumandasını da elinizden alır. Yaşamınızın kumandasını geçmişinize,ailenize,patronunuza ya da dünyanın haline vermeyin.

Değişim için ilk adım; “Evet, ben bunu yapıyorum gerçekten…” demek. Gerisi için kitaplardan faydalanabilir ya da terapi desteği alabilirsiniz. Kitaplık isimli bölümde önerilerimi bulabilirsiniz.

Faydalı olduğunu umarım… Sevgiyle kalın…

 

Çocukla “Kaliteli Zaman” Miti…

Okul öncesi çocukların duygu durum, aile içi ilişkiler, hiperaktivite ve dikkat eksikliği,duygu regülasyonu,agresif davranışlar gibi çalışma alanlarında etkinliği olan Filial Terapi eğitiminde “Çocukla Kaliteli Zaman Geçirmek” konusunu Dr. Volker Thomas ile irdelemiştik. Bu eğitimden yola çıkarak öğrendiklerimi, kendi annelik deneyimim ve danışanlarımla olan tecrübemle de harmanlayarak sizinle paylaşmak isterim.

Dr. Volker Thomas demişti ki; “Kaliteli Zaman” denen şey yanlış anlaşıldı. Bir çok kişi kaliteli zaman denilen şeyi çocuğa durmadan bir şey öğretmek olarak yorumladı. Birlikte lego yapmak,yapboz yapmak,ince motorunu geliştirebileceği etkinlikler yapmak,oyun kurmasını ve liderlik becerilerini geliştirebileceği sosyal etkinliklere ve oyun gruplarına götürmek… Tüm bunlarda hiç bir yanlışlık yok. Yanlışlık bunları yaparken çocukla ilişki halinde olmamak, kafanın başka bir yerde olması…

ADETA BİR GÖREV LİSTESİ! UYGULANMADIĞINDA SUÇLULUK DUYULAN BİR GÖREV LİSTESİ! UYGULANDIĞINDAYSA RAHATLAMIŞLIK VE ÇOCUĞUN İÇİN  YAPMAN GEREKEN HER ŞEYİ YAPMIŞ OLMANIN RAHATLIĞI…

Her uzmandan, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Anneler olarak kafamız karıştı da karıştı… Anne karnındayken klasik müzik dinlemekten tutun da, çift anadille yetişen çocuk daha zeki diye daha üç yaşından sadece İngilizce konuşulan yuvalara yazılmak için sıraya girmeye varana kadar girilen endişe denizi. (Yeri gelmişken bir not düşeyim; çift anadilli olabilmek için ebeveynlerden birinin anadili yabancı dil olmalı ve çocukla doğduğundan beri o dili konuşuyor olmalı. Yoksa çocuğu isterseniz bir yaşında sadece İngilizce konuşulan bir okula yollayın, çift anadilli bir beyne sahip olamaz. Çok iyi İngilizce konuşabilir, o ayrı.) Ancak başka bir çok ihtiyacının karşılanması gereken bu küçük yaş döneminde dil öğrenme baskısı ile karşılaşan çocuğun sosyal-duygusal gelişimi ne durumda olur, o konuda bilgimiz yok.

Çok büyük paralara çok iddialı bir eğitim sunduğunu söyleyen bir okulun müdürü ile bu tartışmayı yapmıştım. Konu ile ilgili bilgisi olmayan velileri “çift anadilli” çocuk yetiştirme iddiası ile nasıl tavladıklarını görünce midem kalkmıştı.

Kendi tecrübem ve aldığım eğitimlerin sonucunda vardığım sonuç şu; kaliteli zaman geçirmek için ille de çocuğa onu geliştirecek bir şey öğretmeye gerek yok. Daha zor bir şeye ihtiyaç var; O anda tüm dikkatin ve konsantrasyonun ile çocukla ilişki halinde olmak. Çocuk kendi oyuncaklarıyla oynarken siz kek yapıyor olabilirsiniz mesela… Ya da birlikte bir şeyler izliyor bile olabilirsiniz… Ekranı bebek bakıcısı gibi kullanıyorsanız çocuğa zararlı olan budur. Ancak ailece çok eğlenerek izlenilen bir film çocuğun anı haznesinde olumlu bir kalıp yargıyı tetikleyecektir.

Her yazımın sonunda olduğu gibi bu yazımın sonunda da somut bir çözüm önerisi ekleyeceğim. Çocukla ilişki halinde zaman geçirebilmek için ne yapmak gerekir?

1.Başlamadan önce; Mükemmelliyetçilik ve siyah beyaz düşünce ilişki halinde olmanın en büyük düşmanıdır. Bu yazıyı okurken “hemen çocukla hep ilişki içinde kalmanın yollarını öğrenmeliyim” dediyseniz siz de bu düşünme biçiminden çekiyor olabilirsiniz. İşin sırrı şu; hiç kimse sürekli şimdi ve burada olamaz!!! Hayatını sadece meditasyon yapmaya adamış Budist Rahipler bile bunu yapamaz… Çünkü insanız.

2.İlk adım kendinizle ilişkinize odaklanmak. Kendinizle zaman geçirirken ne kadar “buradasınız”? Spor yaparken, yemek yerken,yürürken, temiz ve güneşli havanın tadını çıkarırken? Yoksa kendiniz için yaptığınız şeyleri bile öyle olması gerektiği için mi yapıyorsunuz?

3.Özbakımınız ne durumda? Kendinizi tüm gün hırpalayıp akşama posanız çıkmış şekilde mi eve gidiyorsunuz yoksa gün içinde irili ufaklı molalar alıp akşama da enerjiniz kalacak şekilde kendinizi dinlendirerek mi günü geçiriyorsunuz? Yoksa “her zaman en yüksek performansımda olmalıyım” diyen baskıcı bir ses ile mi yaşıyorsunuz?

YÜZLEŞMEK DEĞİŞMENİN ÖN ŞARTIDIR.

4.Bir başkası ile ilişki içinde olabilmek için kendin ile kurduğun ilişkinin kalitesi önemli bir belirleyici olacaktır. Kendini sevmeyen, kendine tahammül edemeyen bir insan kafasını sürekli bir şeylerle meşgul etme ihtiyacı hissedecektir. Böyle bir yanınız olduğunu düşünüyorsanız işe en yakın arkadaşınızı kendiniz yapma yolculuğuna çıkarak başlayın.

5.Deney yapmaya çekinmeyin; çocukla oyunlarınızı ve rutinlerinizi çeşitlendirin. Tüm haftasonunuz kurslarda geçiyorsa bir haftasonu sanki tüm “bunları yapmaya mecburmuşsunuz” gibi olduğunuz hissiyatına rağmen spontan bir program yapın. Eğer ilişki halinde olmaya alışık bir yaşam tarzınız yoksa dopdolu bir program yapınca kendinizi güvende hissediyor olabilirsiniz. Bu tuzağa karşı uyanık olun.

6.Günlük tutun; çok basit, ancak en etkili tekniklerden biridir; ne yaparken nasıl hissettiğini ve sonrasında da nelerin ne şekilde değiştiğini not etmek. Hiç ummadığınız sebep-sonuç ilişkileri ile karşılaşıp istediğiniz değişiklikleri yapabilmek için altın anahtarlar bulabileceğiniz bir yöntem.

7. Ya hep ya hiç mantığından yani siyah beyaz düşünceden kurtulmanın önemini ne kadar vurgulasam azdır. Yeterince iyi ebeveynliğin bana kalırsa en çarpıcı adımlarından biri bu… Siyah beyaz düşüncenin, yani katılığın olduğu yerde sevgi de yeşeremiyor…

ANCAK;

Siyah beyaz düşünceden kurtulma işini de lütfen ya hep ya hiç mantığı ile yürütmeyin. Tamamen kurtulamayabilirsiniz, olabilir böyle bir şey… Olabildiği kadar,elinizden geldiği kadar, adım adım… Hepsi olacak, merak etmeyin.

Faydalı olduğunu umarım…. Sevgiyle kalın..

 

 

 

 

Tahıl Beyin

Ekran Resmi 2017-03-16 07.54.04

Bu kitap bir nörolog tarafından yazılmış. Beslenmenin beynimiz üzerindeki etkisini araştıran bir nörolog tarafından. Bu kitabı hamile olmadan önce okumuş olmayı çok isterdim.

Yazarın bilimsel çalışmalar ile desteklediği beslenme modeli insan bedeni ile uyumlu olmayan gıdaların tetiklediği enfeksiyonların bizi er ya da geç hasta ettiği üzerine. Son yıllarda en çok duyduğumuz terimlerden birini ele alaım; insülin direnci… Yazara göre insan bedeni çok az karbonhidrat ile yaşamaya uygun. Günümüzde tükettiğimizin onda biri kadar bir miktardan söz ediyor. Ve gluten! Gluten aslında bir çeşit zehir diyor…

Buğday,arpa,çavdarın yanı sıra hayatımızda rutin olarak yer alan şampuanlar,kremler, ve daha neler neler toksinlerle dolu… Zaten bu yüzden gelişmiş ülkelerde kanser oranı gelişmekte olan ülkelere kıyasla daha yüksek… Sonra çocuklarda görülen rahatsızlıklar. Otizm, hiperaktivite ve dikkat bozukluğu, çeşitli öğrenme güçlükleri, depresyon, ilerleyen yaşlarda alzheimer, parkinson vs…

Biz bu hafta ailece glutensiz ve şekersiz beslenme programına başladık. Daha iki gün oldu ama şişkinliğim ortadan kalktı. Eşim dün tüm gün boyunca enerjisini yüksek tuttuğunu söyledi. Henüz kızımızda bariz bir fark görmedik. Esas etki dört haftanın sonunda görülürmüş.

Zor mu? Zor… Biz de buğdayı ve karbonhidratı hayatımızın merkezine almış bir aileymişiz meğerse. Oysa çok sağlıklı beslendiğimizi zannederdim. Organik ürün tüketiriz mesela, buğdayı da sadece tam buğday unu olarak.. Oysa yanılmışım. Meğer farkında değilmişim ama oldukça kötü besleniyormuşuz…

İlk iki gün yiyecek bir şey bulamama gibi bir psikoloji içindeydim. Ama şimdi, henüz üçüncü günde olmama rağmen, daha önce hiç aklıma gelmeyen tarifler yaratmaya başladım bile…

Artık giderek ikna olmaya başladım. Başımıza ne geldiyse bu sanayi devrimi yüzünden geldi… Atalık tohumlar kayboldu, toprak kirlendi, hayvanlar bir eşya gibi fabrikalarda işkence ile üretilmeye başlandı…

Bundan elli yıl önce herkesin kendi tarlasında bahçesinde bir şekilde erişebildiği sağlıklı gıdalar artık lüks tüketim maddesi haline geldi. Bunda bir yanlışlık var.

Ve bu yanlışlığın bedelini zehirlenerek ödüyoruz. Bozulmasın ve ucuza mal olsun diye genetiği değiştirilmiş gıdalar yiyoruz.

Annemin çocukluğunda kışın domates diye bir şey yokmuş. Ne varsa onu yermişsin. Doğa sana ne hediye ediyorsa teşekkür edip tadını çıkarmaya bakarmışsın. Şimdi canın ne zaman ne çekerse onu yeme isteği, insanın doğasında olan fethetme ve istediğine “şimdi ve burada” sahip olma dürtüsü bizi bugünlere getirdi… Zehirleniyoruz, farkında değiliz…

Eskiden nasıl ki evlerin içinde sigara içilmesi doğaldı, insanlar çocuklarıyla birlikte yolculuk ettikleri arabada sigara yakarlardı.. Şimdi nasıl bu kabul edilemez bir şey? İşte bundan en çok yirmi yıl sonra şeker ve sanayi tipi karbonhidrat da aynı kategoride olacak. Nasıl ki şimdi “kırk yılda birden bir şey olmaz” diye çocuğa bir nefes sigara vermiyorsak, ya da yanında asla sigara içilmesine izin vermiyorsak, aynı şekilde kırk yılda bir de olsa şeker ve paketli gıda da vermemek gerek diye inandım bu kitabı okuyunca.

Felaket senaryosu üretmeden, paniğe kapılmadan okuyun bu kitabı… Gerçeklerle sakin sakin yüzleşelim isterim… Sevgiyle kalın.

“Elim Kolum Bağlı” Duygusundan Kurtulmak

Psikolojide çok az konuda kesin sonuca varılabilir. Çünkü insan zihni evren gibi, sınırsız,sonsuz ve henüz kimse tarafından tam anlaşılamamış bir olgudur. Bir kaç konu dışında…. Bunlardan bir tanesi en temel ihtiyaçlarımızdan birinin güvenli bağlanma olduğu. İkinicisi hayatın ilk yıllarının geri kalan yıllar üzerinde çok etkili olduğu. Bir başkası da insan psikolojisi bulunduğu ortamdam bağımsız incelenemeyecek olması.

En etkili olan en yakınınızdakiler. Her sabah uyandığınızda ilk gördüğünüz ve yatmadan önce de son kez iletişimde olduklarınız. Sonra bütün gününüzü birlikte geçirdiğiniz kişiler… Belki iş yeri, belki birlikte zaman geçirdiğiniz diğer insanlar.

Ve bulunduğunuz topluluk. Nasıl bir mahallede yaşadığınız mesela… Sonra şehir. Ve tabii ki ülke.

Göç üzerine yapılan araştırmalar en çok göç alan ülkeleri incelemiş. Göçmenler için en belirleyici kriter ekonomik olarak güçlü bir ülkeye gitmek değil; bu yüzden Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi yerleri tercih etmiyorlar, ki belki daha az ötekileştirilecekler. Huzur ve güven hissedebilecekleri batı ülkelerini tercih ediyorlar.

Selçuk Şirin Hocam “Bir Türkiye Hayali” isimli son kitabında der ki, Türkiye güven araştırmalarında sınıfta kalıyor. Birbirimize güvenmiyoruz. Birbirimize güvenmedikçe de mutsuzlaşıyoruz.

Bu yazıyı hemen şimdi bir şeyler yapmak isteyenler için yazıyorum. Marshall Rosenberg’in Çatışma Ortamında Barış Dili isimli kitapta yaptığı öneriyi uygulamaya geçirdim. Deneyimimi sizinle paylaşıyorum bu yazıda:

Bağcıyı dövmenin değil üzüm yemenin peşinde olan topluluklarla iletişime geçin. Bir katkı sağlamak için çalışan, şikayet etmek ve felaket senaryosu üretmek yerine elinden gelen bütün enerjisini bir arpa boyu da olsa SOMUT fayda sağlamak için harcayan.

Eskiden yanlış anlaşılır, reklam gibi algılanır diye korkarak isim vermiyordum. Bu sabah bir karar aldım. Önce ben okurlarıma güvenerek işe başlayacağım. Yanlış anlaşılmasını göze alacağım ve burada iyi işler yaptığını düşündüğüm kişileri, kurumları paylaşacağım.

Eğitim alanından başlayalım. Başka Bir Okul Mümkün, Yeni Okul ve Fide Okulları… Alternatif eğitim için benim deyimimle Don Kişot gibiler . Ya da kardelen. İyi ki varlar.

AÇEV, TEGV,ASHOKA, HAYAT SENDE DERNEĞİ ve bu derneklerle bağlantılı projeler…

Ortak Gelecek İçin Diyalog Derneği, Doğruluk Payı…

İhtiyaç Haritası… http://www.ihtiyacharitasi.org/hakkimizda

Daha yeni bir projede çalışmaya başladım. Sosyo ekonomik açıdan dezavantajlı mahallelerde okula gitme oranını arttırmak için çalışan bir yer Çimen Ev. Çalışmalarımız ilerledikçe sosyal medyadan ihtiyaç listesi duyuracağım.

Ashoka ile de Fark Yaratan Sınıflar diye bir projeye başlayacağız. Amaç yukarıda bahsettiğim şekilde alternatif eğitim veren okullar gibi sınıflar kurmak isteyen öğretmenlere destek olacağımız bir platform yaratmak. Alternatif  eğitimden Türkiye’nin her yerindeki çocukların faydalanmasını sağlayacak bir kapı aralamak. Özel gereksinimli çocukların sınıflara kaynaştırılması da bu projenin temel taşlarından olacak. Benim için öncelikli konulardan biri. Çok heyecanlıyım.

Şimdi bir hayal edin. Herkes ama herkes kendi için önemli olan böyle bir konu seçmiş ve elinden gelenin en fazlasını vermeye başlamış. Bu ayda 10 TL bağış da olur, giyilebilir durumdaki eşyalarını bağışlamak da olur, çocuklara ders vermek de… Ama sosyal medyada duyurmaktan daha fazlası ve en önemlisi DÜZENLİ olarak… Bir kerelik değil. Bir yaşam tarzı olarak sivil topluma katılmaktan bahsediyorum.

YAŞAM TARZI OLARAK SİVİL TOPLUMA SOMUT KATILIMDAN!

Bu tür yerlerle bağlantı içinde oldukça kendinizi güvende hissetme duygunuzda bir iyileşme olduğunu fark edeceksiniz. Çünkü “elim kolum bağlı” duygusundan kurtulacaksınız. Özgüveniniz de artacak. Sosyal çevre olarak bir destek ağında olduğunuz duygusu yaşam kalitenizi arttıracak. Benim deneyimim bu şekilde oldu. Beni düzenli takip edenler bilir, kendi üzerimde denemeden hiç bir şeyi önermem 🙂

Faydalı olduğunu umarım, iyi haftalar, sevgiler…

Bir Bütün Balık

İzmirliler Çipura’yı çok sever. Bizim ailenin de favori balığıydı. İstanbul’a ilk geldiğimde en şaşırdığım şeylerden biriydi Çipura’nın o derece makbul olmayışı. Bizim eve de arada alınırdı. Ama annem her seferinde dört kişilik ailemize üç adet balık alırdı. Kendisi dışındaki herkese birer tane. Muhteşem bir sofra kurar, çok lezzetli Girit otları salataları hazırlar ve her birimizin balığını pişirir ve bizi sofraya çağırırdı. Biz de sofraya oturur ve balıklarımıza tam dalacakken annemin tabağının boş olduğunu görür ve sorardık “senin balığın nerede?”

“Nasıl olsa sizin yediklerinizden bir sürü artacak siz tam sıyırmayacaksınız, bana o artanlardan bir sürü balık çıkacak, hem ben öyle daha çok seviyorum, en güzel yeri balığın oralar, kemiğe yakın kısımları” derdi.

Oysa biz bilirdik. Kendine bir bütün balığı hak görmediği için almazdı. Paramız olmadığından değil. Orta halli bir aileydik ama  bir tane daha balık alabilecek durumumuz vardı. Zavallı annem, kendince ev ekonomisi ya da fedakarlık yaptığını düşünüp kendisini o şekilde iyi hissederken aslında bizim yediklerimizin boğazımızdan geçmediğini, o özenle hazırlanmış sofralara hep bir buruklukla oturduğumuzu hiç anlayamadı.

Oysa ben tercih ederdim ki üç değil iki balık alınsın, her birimiz yarım balık yiyelim ama kimse artıklarla beslenmesin, kimse hizmet eden, kendini feda eden taraf olmasın, sofralarda hep birlikte eğlenelim, varsın bir kaç meze eksik olsun, bulaşıklar sabah kalksın…

Ama o terk edilme şeması yok mu işte o lanet olası terk edilme şeması. İnsana bunları yaptırıyor işte. Bir buçuk yaşındayken annesi terk etmiş bir insan herhalde çevresindekiler ona ne kadar sevgi garantisi verirse versin bir türlü ikna olamıyor. Yaptığı fedakarlıklarla aklınca terk edilmemeyi garantiliyor.

Bundan çıkardığım dersi burada paylaşmak istiyorum. Belki şimdi kendisi de bu hata içinde olup da farkında olmayan annelere bir kapı açar ümidi ile. Ve bunu bir klinik psikolog olarak değil, bir evlat olarak yapıyorum. Bir çocuğun en büyük ihtiyacı kendisini değerli bulan ve seven bir anne. “Kendisini” derken hem çocuğu hem de annenin kendisini kast ediyorum.

Ve buradan oldukça iddialı bir şey söylüyorum; kendisini sevmeyen bir anne çocuğunu da sevemez. Ona çok iyi hizmet edebilir, koruyup kollayabilir, görevlerini tamamıyla yerine getirebilir belki… ama hakkıyla sevemez.

ÇÜNKÜ KENDİ KENDİNİZE NE VEREBİLİYORSANIZ ÇOCUĞUNUZA DA ANCAK ONU VEREBİLİRSİNİZ…

KENDİNİZE VEREMEDİĞİNİZ, YANİ KENDİNİZDE OLMAYAN BİR ŞEYİ ÇOCUĞUNUZA DA VEREMEZSİNİZ…

Bu hem iyi hem de kötü haber. Kötü haber, çünkü farkındalığı olmayan biri için iş çok zor. İyi haber, çünkü kendini sevmek öğrenilen bir şey.

Nasıl mı? Kendine bir bütün balığı layık görerek mesela… Kendi kendine zarar verici davranışların varsa, özbakımını ihmal ediyorsan işe buradan başlayarak… Başkasının onayını almak,havalı olmak,statü sahibi olmak,gösteriş,iş yeri gerektirdiği için,eşin istediği için ya da öyle olması gerektiği için falan değil!!!

KENDİNİ GERÇEKTEN BU GÜZELLİKLERE LAYIK GÖRDÜĞÜN İÇİN!

Gerçekten kendini layık görmeden yapılan özbakım er ya da geç bir şekilde sona erer zaten.

Özbakım ne çok şeyin göstergesi… Sürekli ayna karşısında olmak ve kaygı ile spor salonundan çıkmamak kadar kendini salmış olmak, yorgunluğunun acısını zararlı yemeklerden,sigaradan ya da başka zararlı maddelerden çıkarıyor olmak da bir çok şeyin göstergesi… Kimse mükemmel değil. Benim de öğle yemeği yerine lokum yediğim zamanlar oldu…  Ama mücadelemi bırakmadım, “ben böyle bir insanım” deyip geçmedim, bir gün geldi ve o duyguyu hissettim;

ÖZSEVGİ….

Kendini içgüdüsel olarak toksik olan her şeyden koruma içgüdüsü… Toksik duygulardan, toksik gıdalardan ve toksik insanlardan… Kumandada özsaygı ve özsevginin olduğu, artık yalnız olmadığını, üzgün,yorgun,öfkeli hissedebildiğin kadar her şeyin bir şekilde yoluna gireceğini de hissedebildiğin o güzel “bütün hissetme” duygusu… Bütün hissetme…

Hadi şimdi gidin kendinize kocaman bir balık alın 🙂

Sevgiler…

İçimizdeki Hapishane; Sürekli Suçluluk

Çocuk doğar.. Doğduğu andan itibaren çeşitli uyarıcılara maruz kalır. Bazıları olumlu bazıları olumsuz. Ve bebek dediğimiz şey dünyanın en muhtaç yaratığıdır. Doğduğunda gerekli bakımı alamazsa bir gün bile yaşayamaz.

İşte bizi tanımlayan da bu muhtaçlık ilişkisidir. Muhtaç olduğumuz zamanlarda, kendisine muhtaç olduğumuz kişilerin bu bağımlılık ilişkisini nasıl yönettiği kimliğimiz üzerinde etki yapar. Kendisi bir başkasına muhtaç olmayı kabul edilemez olarak gören, her işini kendi halleden bir ebeveyn, doğası gereği muhtaç olan çocukluk durumu ile baş etmekte zorlanacaktır. Çocuğun muhtaçlığını beceriksizlik olarak görecek ya da çocuğu gözünde iyice zavallılaştırıp her işini kendi görerek onu bebekleştirecektir. Yani ya çocuğa karşı çok sert olacak, onu kaldırabileceğinin çok üzerinde bir yük ile bırakacak, ya da acıma duygusu ile kendi yapabileceği sorumlulukları bile vermeyecektir. Genellikle olan, bu iki tutumun karışımıdır.

Yani, kendisi çocukken muhtaç olmanın tadını çıkaramamış bir ebeveyn, kendi çocuğuyla ilişkisinde doğal olarak kafa karışıklığı yaşayacaktır. Ya sürekli suçluluk duyacak ya da tamamen kendi ihtiyaçlarını ön plana alacaktır. tebencillik yaptığını düşünecektir.

Bu suçluluk duygusu da er ya da geç öfkeye dönüşür. Bu öfkenin çocuğa yöneltildiği de olur.

EŞE,İŞE,GEÇMİŞTE BAŞINA GELENLERE YA DA DÜNYANIN, ÜLKENİN DURUMUNA DA…

Ama bu suçluluk duygusu içinde boğulan ebeveynin çocuğu istediği kadar ihtiyaçları karşılanan bir çocuk olsun, bu öfkeyi hisseder. Er ya da geç tepki verir. Ya aşırı sorumluluk sahibi ve çok düzgün bir çocuk olur, yani ailedeki gurur bayrağını taşıyan kahraman olur ve ebeveynin iyi hissetmesini bu şekilde sağlamayı umar, ya da tamamen isyan eder… Bir çok aile bu iki uçta olan kardeşlerle doludur. Herkes merak eder, nasıl oluyor da aynı aileden bir profesör bir de ipsiz sapsız bir kardeş çıkabiliyor diye? İşte bu yüzden… Aslında aynı olaya tepki veriyor iki kardeş de, sadece farklı şekillerde oluyor bu tepki.

Buradan tüm ebeveynlere, ebeveyn adaylarına naçizane bir önerim olacak… Kendiniz için bir şey yaptığınızda suçluluk hissediyorsanız bu alarma geçmeniz için bir işaret olsun.  Çocuklar elbette en kıymetlimiz, ancak bizler de değerliyiz. Kendinizden düşünün; ebeveyniniz kendini sürekli ikinci plana atan biri mi olsun, yoksa kendine iyi bakan, sağlıklı, zevkleri olan, hayatın tadını çıkaran, başkalarının ihtiyaçlarını da düşünen ama sınır çizmeyi bilen biri mi olsun isterdiniz? Çocuğun etrafında pervane olup kendini tüketmek ne çocuğa ne de ebeveyne iyi gelmiyor uzun vadede….

Çözüm? Önce şu suçluluk duygusu ile bir yüzleşmek … Nereden geliyor? Sonraki adım da şu; suçluluk hissede hissede kendiniz için bir şey yapın. Suçluluk duygusu ile savaşmayın.Bırakın gelsin, siz bu duyguyu bir dereyi izler gibi yargılamadan izleyin. Ve her ne yapıyorsanız yapmaya devam edin. Bir bakacaksınız ki bu zor duygu siz onunla savaşmayıp içinde durabildikçe kendiliğinden gelip geçecek. Yani  “mindfulness” … Unutmayın, içinde bulunduğunuz durumu analiz etmek ve sebep sonuç ilişkileri kurmak binanın sadece temelidir. İyi bir temel elbette şart, ancak iş burada bitmiyor. Tarif ettiğim şekilde davranışa da dökülmediği sürece değişim mümkün değil. Kaynaklar için “Kitaplık” isimli bölüme bakabilirsiniz.

Faydalı olmasını dilerim… Sevgiyle kalın….

 

Serbest Gezen Kadınlar

Saçını süpürge edenler… Şema terapi diliyle “Kendini feda şeması”.. Bu şemaya sahip erkekler de kadınlar da var elbet. Ancak sadece bizim kültürümüzde değil, tüm dünyada da kendini başkalarının ihtiyaçlarını görmeye adamış kadınlar “iyi”, kendi hayallerinin peşine düşenler ise “bencil” olarak yaftalanıyor. Yani kadınlar erkeklere nazaran daha fazla kendilerinden vaz geçme baskısı altında.

Erkek egemen kültürden erkekler de nasibini alıyor. Onlar da kendilerini var edebilmek için “başarılı ve güçlü” olmak zorundalar. Ancak aynı işi yaptığı erkekten daha az maaş alan kadınlar için durum daha zor günümüz dünyasında.

Kadınlar artık ne evde ne iş yerinde kolay kolay barınamıyor. Kadın hem para kazanmak hem de ev düzenini sağlamakla yükümlü hissediyor kendini. Bu yüzden etraf sinir sahibi ve “her şeyin en iyisini ben bilirim” modundaki kadınlarla dolu. Bu modda olmazsa bu kadar çok yükün altından kalkamaz çünkü, dağılır.

İstediğimiz kadar kendimizi geliştirelim, insan sosyal bir varlık. Çok sevgili hocam Çiğdem Kağıtçıbaşı sayesinde öğrendiklerime gönderme yapacak olursam; psikolojimiz içinde bulunduğumuz topluluğun beklentileri ile şekillenir. Hayatından memnun olmayan ve değiştirmek isteyen kişinin iki seçeneği vardır; ya bulunduğu topluluğun değerlerini benimseyecektir, ya da kendine başka bir topluluk bulacaktır. Şimdi size kendi çevremden bir örnek; kendi geçimini sağlamakta olan ve bir de kızı olan, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birine derece ile girmiş, ve yine derece ile mezun olmuş bir kadın arkadaşım. Müthiş bir zeka. Kendisi gibi yüksek eğitimli babası tarafından aldığı mesaj şu; “ben senin kocan olsam seni terk ederim, bu kadar çok çalışılır mı?”

Gördüğünüz gibi, kadının toplumdaki esas yerinin başkalarını memnun etmek olduğu öyle bir yerleşmiş ki…. Bu arkadaşım gibi bağımsızlık mücadelesi veren o kadar çok kız çocuğu var ki… Okumak istemesine rağmen sırf kız olduğu için okutulmayan. Bağımsız olmasın ki hali hazırdaki düzene karşı gelmesin diye düşünülen.

Hatta bunun için bir deyim bile var dilimizde “serbest kız”… Serbest olan kız kötü kızdır değil mi? İyi kızlar dizginlenmiş, zincirlenmiş, tasmalanmış kızlardır çünkü… Çünkü yalnızca bu kızlardan çıkar en iyi hizmet görevlileri… Oysa bu düzen kadın erkek herkes için dezavantajlı. Bu ezilmiş, mutsuz kadınlarla birlikte yaşayanlar da erkekler… Bu evlere doğan çocuklar herkesin çocuğu.

Ben “okumak” ve “başarı” açısından ailem tarafından en az bir erkek çocuğun desteklenebileceği kadar desteklendiğim için çok şanslıydım. Ama sanmayın ki “fedakarlık” görevim yerine bunu yapmam desteklendi… “Her açıdan dört dörtlük” olunması beklenen bir ortamda büyüdüm; sadece evde değil, okulda da. Her ne kadar bana kattığı bir çok değer için müteşekkir olsam da mezun olduğum liseyi bu açıdan eleştirebilirim. “Her açıdan dört dörtlük” , hem sporda başarılı, hem bir sürü sosyal aktivite yapacak,hem dersleri iyi olacak,hem bakımlı olacak… Aile de buna uygun olunca, yukarıda bahsettiğim gibi bir profil ortaya çıkıyor işte. “Her şeyi bilirim, her şeyin altından kalkabilmeliyim”… Bu modun farkında olup da savaşmadıkça huzur öyle uzak ki…

Ve feminizm için en tehlikeli profildeki kadınlar da bu “Her şeyi bilirim” modunda olan ve bunun farkında olmayan, her şeyden kendini sorumlu hisseden, dört dörtlük olmanın derdindeki kadınlar. Maalesef, bu insanlar yüzünden feminist deyince insanların aklına öfkeden deliye dönmüş kadınlar geliyor. Katıldığım bir sempozyumda bu şekilde feminist olduğunu söyleyen bir avukat ile karşılaşmıştım. Oysa erkek egemen zihniyetin bir uzantısıydı kendisi. Herkesin sözünü kesti, kaba ve kavgacı bir şekilde dominantlık kurmaya çalıştı, hatta bir noktada bana “müvekkillerim bana psikoloğa boşuna para veriyoruz sen daha iyi yapıyorsun bu işi diyorlar” bile dedi…. Neredeyse beni bile feministlikten soğutacaktı…

Bu ortamda “ben feministim” demeye çok üzün süre çekindim. Bu profildeki kişilerle eşleşmek istemediğim için. Oysa feminizm deyince benim aklıma (örneğin) hocalarım Ayşe Kadıoğlu, Ayşe Betül Çelik ve Dicle Koğacıoğlu gelir. İsimlerini duymamışsınızdır belki, çünkü kavgacı değillerdir. Namus cinayetleri üzerine yazdığım Siyaset Bilimi  Yüksek Lisans tezimde hepsinin katkısı büyüktür. Bana feminizmi öğrettikleri için kendilerine ne kadar teşekkür etsem azdır.

Ayşe Kadıoğlu’nun çok sevdiğim bir kitabı:

Ekran Resmi 2017-03-08 07.45.30

 

Dicle Koğacıoğlu’nun tezimde faydalandığım makalesi:

DicleKoğacıoğlu

Ayşe Betül Çelik makaleleri için;

http://myweb.sabanciuniv.edu/bcelik/su_yayinlar/

Bugün, 8 Mart Dünya Kadınlar günü vesilesi ile, feminizm ile ilgili önyargısı olanlara belki feminizme bir şans daha vermeleri için vesile olabilirim diye düşündüm. Umarım yukarıdaki kaynaklar ile ilgili merakınızı uyandıracak kadar başarılı olmuşumdur.

Son bir paragraf; kendini feda şemasını bırakmak zor bir seçim. Hele ki etrafınızdakiler bu düzene ve rahata alışmışlar ve bunu doğal hakları olarak görüyorlarsa. Ancak yaşam tarzınızdan şikayetçiyseniz, yükünüz fazla geliyorsa, bu yükü siz kendiniz boşaltmadığınız sürece kimse gelip sırtınızdan almaz. Başkalarının size nasıl davranmasın istiyorsanız, mesela “düşünceli”, önce siz kendinize karşı öyle davranarak işe başlayın. Kendinizde dinlenmeyi,keyif yapmayı,yeni şeyler öğrenmeyi,kaldırabileceğinizin üstünde yük almamayı hak görerek. Bu kolay olmayacak. Başlangıçta bir çok tepki ile karşılaşacaksınız. Hatta belki dışlanacak,eleştirilecek, bencillikle suçlanacaksınız. Ama siz kararlı olarak devam ettiğiniz sürece merak etmeyin, herkes bu yeni düzene, yani,

ÇİZDİĞİNİZ SINIRLARA

saygı duymaya başlayacak… Şimdiye kadar aksi bir durumla karşılaşmadım. Yeter ki konfor alanınızdan çıkmayı ve zor duygularla yüzleşmeyi göze alın…

Sevgiler….

 

 

 

Çiğdem Kağıtçıbaşı

ekran-resmi-2017-03-03-06-50-05                         ekran-resmi-2017-03-03-06-49-31

Her zaman söylerim. Bugün birilerine faydalı olan bir şey yapabiliyorsam bu kendime rol model olarak seçtiğim hocalarım sayesindedir. Evet, onları rol model alan, onlardan öğrenen, gösterdikleri yolda yürüyen bendim. Ama onlar olmasaydı da yürüyecek bir aydınlık bir yolum olmazdı. Herkes hayatı boyunca bir yolda yürür. Kimileri kendine doğru rol modelleri seçemediği için karanlık bir yola düşer. Kimileri şanssızdır etrafında yoluna ışık olacak çok az insan vardır. Kimileri dışa dönük mizaçla doğma şansına sahiptir, ne yapar eder kendine birilerini bulur. Ben ortalarda sayılırım. Çoğu insan da ortalardadır zaten.

Ama şimdi konumuz bu değil. Dağılmayalım. Konumuz benim yolumu aydınlatan hocalarımdan biri, çiğdem Kağıtçıbaşı. İlk dersin ilk beş dakikasında bütün dikkatimi çekmiş ve tüm dönem boyunca da bütün derslerini soluksuz dinlemiştim. Anlattığı şuydu:

İki kadın düşünün. Minibüste karşılıklı oturuyorlar. Bir tanesi diğerinin kendisini izlediğini fark edip oturuşunu düzeltiyor. İşte bu sosyal psikolojidir.

Belki büyük bir laf olacak, affedin, ama bence sosyal psikoloji bilmeyen bir klinik psikolog danışanlarına fayda edemez. Mutsuz olduğu ilişkisini bitiremeyen kadını korkaklıkla suçlar, iş yerinde kendisinden yaşça büyük patronuna karşı kendini savunamayan danışanına özgüvensiz der, orta yaşa gelmiş olmasına rağmen hala ailesiyle yaşayan birine büyüyememiş der. Çünkü şunu bilmez; insan ilişkisel bir varlıktır, ve  tek başınaykenki davranışları sosyal davranışlarından farklıdır. İnsan davranışı bulunduğu çevreden etkilenir.

Danışanlar da bu sebeple psiko-bio-sosyal dediğimiz eksende değerlendirilmelidir. Hem biolojik alt yapıları, hem psikolojileri hem de bulundukları sosyal çevre işin içine katılmalıdır. Bu derece kapsamlı bir değerlendirme yapma becerisini kazanmak çok uzun yıllar alır. Ve bu yüzden de bir seansla iş bitemez, bir kaç seans sadece bu değerlendirmeyi yapmakla geçer. İşte bu derece titizlenmeyi ben hocalarımdan öğrendim.

Ben de birilerine bir şekilde aydınlık olabiliyorsam daha ne isterim… Sevgiyle kal canım hocam. Mirasını kutlamaya devam edeceğiz.

“Yedek Eş” Sendromu

İhtiyacı olan anlayışı,ilgiyi, biricik olma duygusunu, empatiyi, zaman zaman şımartılmayı çocukluğunda doya doya yaşayamamış biri yetişkin olduğunda bu kalp kırıklığı ve eksiklik ile nasıl baş eder? Aşağıdakilerin biri ya da bir kaçını yaparak…

1.”Benim kimseye ihtiyacım yok” der. Ya kimse ile kolay kolay ilişkiye girmez, yakınlaşma ihtimalinden kaçınır, ya da ilişkiye girse bile karşılıklı olarak birbirine karşı görevlerini yerine getirdiği, ceketini alıp pat diye çıkıp gidebileceği duygusal mesafede durduğu ilişkiler yaşar. “Sen bana dokunma, ben sana dokunmayayım” der gibidir.

2. Aşırı talepkar bir şekilde etrafındaki herkesin onunla ilgilenmesi gerektiğini düşünür. Çevresindekiler müsait olmadığında aşırı tepki verir. Çevresindekiler onu teskin etmekle, duygu durumu ne olursa olsun etrafında kalmakla yükümlüdür diye düşünür. Talepkarlığı ile etrafındakileri kendisinden uzaklaştırır. Ancak “mağdur” olan yine de hep kendisidir diye düşünür.

3. Bu duygusal ihtiyaçlarını giderebilecek alternatif bir yol bulur. Ve bu maalesef ki çoğu zaman çocuğudur. Belki zamanında kendisine de bu şekilde “yedek eş” muamelesi yapılmıştır. Çocuk, çocuk olmaktan çıkmış ve bir “yoldaş”, “hayat arkadaşı”, “sırdaş”, “yol gösterici”, “evde bir ses-soluk” halini almıştır. Yani ebeveynin duygusal olarak sağlam durabilmesi için çocuk bir dayanak haline gelmiştir. Ebeveyn kendini yalnız hissettiğinde çocuğun ona sarılması, yanağını okşaması ebeveyne merhem olmaya başlamıştır. Bu noktada alarm haline geçmek gerekir. Çünkü çocuk bakım verilen biri olmaktan çıkmış, ebeveynin duygusal ihtiyaçlarını gideren biri haline gelmeye başlamıştır. Ve çocuklar bunu mutlaka hisseder. Yalnız hisseden bir ebeveyne yoldaş olmanın ağırlığı bir çocuk için çok fazladır.

Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli kitabında bu olguyu çok çarpıcı bir örnek ile anlatır. Danışanlarından birinin anısı aşağı yukarı şu şekildedir; bir gün eve geldiğinde annesini cansız bir şekilde yerde yatarken görür. Çığlık çığlığa panik bir şekilde ne yapacağını bilemez halde etrafta koştururken annesi ayaklanır ve şöyle der “İşte şimdi beni gerçekten sevdiğini anladım”.

Vay canına! demiştim ilk okuduğumda. Çünkü çok benzer bir şeyi benim annem kendi anneannesiyle yaşamış. Anneannesi evlerinin yakınındaki tren yoluna gider yatarmış, ve tüm akrabalar “şimdi tren gelecek anneanneni ezecek” derlermiş. Zavallı annem panik içinde ağlarken herkes güler eğlenirmiş. Bundan annemin bir ders almış olmasını umarsınız değil mi? Ama hayır. Biz çocukken, annem denizde yüz üstü yatar, “ben boğuldum” der ve biz çığlık çığlığa bağırmamıza rağmen aynı şeyi defalarca yapardı. Bununla çok eğlenirdi, o derece büyük bir sevgi gösterisinden büyük ihtimalle tatmin olurdu. Tıpki anneannesi gibi…

Eskiden bu konu ile ilgili kendisine çok kızgındım. Ama şimdi anlıyorum ki aslında onun dünyasında bu çocuklarla yapılması doğal bir şeydi. Bu konuyu daha sonra konuştuğumuzda “manyak mıymışım ben niye yapmışım ki öyle bir şey?” dediğinde anlamıştım durumu:

“YAPTIĞININ FARKINDA BİLE DEĞİLDİ!”

İşte bir çok insan yaptığıın farkında olmadan zarar veriyor çocuğuna. Hiç kimse mükemmel ebeveyn olamaz, hepimizin geçmişten getirdiği bagajları var. Çocuğa zarar vermemenin yolu da bunun farkında olmak “ben de ebeveynlikte hatalar yapabilirim, gözümü dört açayım, bir şey olmaz demeyeyim, yaptıklarımı telafi etmeye çalışayım” diyebildikten ve eleştiriye açık olduktan sonra telafi edilir. Ama lütfen kendinize karşı dürüst olun. “Her şeyin en iyisini ben bilirim” zihniyeti olmadığı sürece kalıcı bir hasar olacağını düşünmüyorum. Çünkü çocuk bir yandan da çok esnek ve güçlü bir varlık.

Eğer siz de böyle güçlü bir duygusal bagaj ile yaşıyorsanız, ilk adım bunun farkında olmak. “Ben etkilenmedim ki aslında hiç, takmıyorum” dediğiniz anda değişme şansınızı kaybettiniz. Etkilenmemek mümkün mü? Elbette. Doğuştan gelen bazı mizaç özellikleri olumsuz çevre koşullarına karşı koruyucu görevi görüyor. Mesela dışa dönüklük. Koruyucu başka faktörler de yardımcı olabilir. Örneğin şefkatli ve duyarlı bir büyük anne-baba, bir öğretmen, bakıcı ya da abla… Gerçekten etkilenip etkilenmediğinizi de bir tek siz bilebilirsiniz. Kendinize dürüstçe şunları sorun; sevdiğimi ve sevildiğimi hissediyor muyum, ilişkimde sıcak ve yakın hissediyor muyum, spontan ve rahat davranabiliyor muyum yoksa belirsizlik karşısında hep tetikte miyim, reddedilme korkusu yüzünden ilişki başlatmaktan kaçınıyor muyum, ilgi hep benim üzerimde olsun istiyor muyum,affedici ve şefkatli değil de daha çok yargılayıcı ve cezalandırıcı mıyım, kendime karşı acımasız mıyım,insanlar olması gerektiği gibi davranmadığında öfkeme hakim olabiliyor muyum, kendime iyi bakıyor muyum vb…

Duygusal bagajdan tamamen kurtulmak mümkün olmayabilir belki. Ama bu bagaj ne kadar hafiflerse yaşam da o derece kaliteli bir hal alıyor. Amaç da zaten bu;

FİZİKEN VE RUHEN VARABİLECEĞİN POTANSİYELİN EN ÜSTÜNDE, KALİTELİ YAŞAMAK!

Faydalı olduğunu umarım. Sevgiyle kalın.

Değişim

 

Değişim;

Nasıl olacak? :İstikrarlı çalışma
Ama zaten sorun istikrarlı çalışamamam?!
Çünkü? Rehberlik almadın?
Çözüm:kendi kendine….
diye bir kısır döngü değil mi? ..
Peki yapan nasıl yapıyor? Kişisel gözlemim kalıcı iyilik hali ve değişimin baş şartı “bahaneleri bırakmak”. Bahaneleri bırakan, ve kendi mutluluğunun sorumluluğunu üstelenen kişiler er ya da geç kalıcı iyilik halini yakalıyor. Bahane üreten, yani kabahati dış kaynağa atan kişiler ise aynı kısır döngünün içinde yıllarca debeleniyor.

Sigarayı bırakamıyorum çünkü hayatımın bu döneminde üzerimde çok fazla baskı var.

Sigarayı bırakamıyorum çünkü hazır değilim.

Spor yapmak için zamanım yok, param yok, ailemden öyle bir görgü almadım.

Mindfulness yapamıyorum çünkü bana sıkıcı geliyor.

Başka bir deyişle inatçı çocuk modu. Rehberlik görmemiş, kendisine sınır çizilmemiş yanımız. Az çok herkeste var. Önemli olan ne derecede olduğu ve ne sıklıkta devreye girdiği. “İnatçı çocuk modu” bazı insanların ilişki kurma biçimi. İşte böyle insanlara “zor insan” diyoruz.  Hem kendilerine hem de çevrelerine gereksiz yere hayatı zorlaştıran tutum içinde olan insanlar. Peki ne yapmalı? Önce kendinizden başlayın. Acaba “benim inatçı çocuk modum ne sıklıkta devreye giriyor?” diye sorun. Ve bu çocuğa sınır çizmeye karar verin. Sonra bir günlük. Her gün, her saat not edin; bu inatçı çocuk ne diyor? En çok ne zaman tetikleniyor. Ona sınır çizmekte en çok hangi yöntem işe yarıyor. İlk adım iyi bir gözlemci olmak.

Her kesimden danışanım oldu. Yurt dışına gidip bir gezide bir ev parası harcayan, memur,işçi, öğrenci…. Her türlü etnik gruptan ve cinsel yönelimden danışan ile de çalıştım. Her türlü imkanı olup da bir türlü tahammül kapasitesini arttıramayan da gördüm, bir otobüs bileti parası ile bana gelip hayatına çeki düzen vereni de… Deneyimim şu yönde: bahaneleri bırakıp kendi hayatının sorumluluğunu üstelenen kalıcı olarak değişim yoluna giriyor. Bu zor bir yol, bir anda olmuyor. Ancak o yola bir kere girildi mi eski duruma bir daha geri dönmek zor. Çünkü:

KALICI İYİLİK HALİ, DUYGU DURUMUNUN KUMANDASINI ELİNE ALMAKTIR.

Böylesi kaliteli bir yaşantıyı da kolay kolay kimse bırakmak istemez. (Çok güçlü bağımlılık şeması olanlar dışında)

O da bir dahaki yazıda…. 🙂

Umarım faydalı olmuştur. Sevgiler…

Kalıcı İyilik Hali- Kontenjan Dolmuştur,Bir sonraki Eğitim Haziranda :) Teşekkürler.

Kalıcı iyilik hali her zaman iyi hissetme durumunda olmak değildir. Gündelik olayların zorlayıcılığına karşı direnç geliştirmiş olmaktır. Çocukluktan gelen kök inançların bugün ayağına dolanmasına izin vermemektir.

Bunun için ilk adım çocuklukta karşılanmamış olan ihtiyaçların ne gibi kök inançlara, yani şemalara yol açtığını tespit etmektir. İKinci adım ise harekete geçmektir. Çünkü beyin sadece davranışı ciddiye alır.

Katılımcılarla birebir ilgilenebileceğim küçük bir grup eğitimi  düzenliyorum. Bu eğitimi aslında 2 Nisan tarihinde düzenleyecektim ancak rahatsızlandığım için 15 Nisan’a erteledim. Talep çok olduğu için 7 Mayıs’ta bir eğitim daha düzenliyorum.  İki tarihteki eğitimin içeriği de aynı olacak. 15 Nisan’da daha fazla boş yer var.

Tarih 15 Nisan Cumartesi 2017 ya da 7 Mayıs 2017 Pazar

Saat: 10:00-17:00

Yer: Günebakan Psikoloji, Nişantaşı

Kontenjan: 12 kişi

Ücret: 500 TL

İçerik:

  • İyilik halinin fizyolojisi
  • Şemaların tespiti
  • İşlev bozucu modların tespiti
  • İnsan ilişkilerinde sınır çizmenin önemi ve sınır çizebilme becerileri
  • Bilimsel kanıta dayalı yöntemlerle her şemanın nasıl onarılabileceği üzerinde durulması; Mindfulness ve uygulama alanı:duygusal yeme,kaygı yönetimi, öfke  yönetimi,kendine zarar verici davranışlar, toksik ilişkileri ısrarla sürdürme davranışının ardında yatanlar ve çözüm.

Eğitim zamanı yaklaştığında bir Whatsapp grubu oluşturup detayları paylaşacağım. Mesela kahvaltıyı hafif yaparak gelmeninizi isteyeceğim, öğle yemeğinde mindful yeme çalışacağız… Okunması için bir kitaptan bir bölüm vereceğim (kısacık korkmayın 🙂 ) gibi… Keyifli ve öğretici olacağına inanıyorum.

Kayıt için: terapidefteri@gmail.com adresine yazabilirsiniz.

 

Sevgiler…